Bir düş’e mahal verdi ıssızlık
aslında mevsimin ispatlayamadığı rüştü idi bunca ayrı gayrı düşülesi soğuk ve
yağmur bulutlarına tek yaşam belirtisi yokken mevsimin ve yakamozların
çığlığına sessiz kaldı Yaratan aslında sessizliğin sunumu idi insanlarda hâsıl
olan o yersiz isyan.
Sözcüklerdi yüreğin ritim
bozukluğunda üreyen ve ünlenen.
Yaldızlı bir harita değildi yalnızlık
bilakis kâbusların köpürdüğü ve de köpürttüğü boşlukta ihtişamlı bir yolculuğun
da bekası.
Neyin rüştüydü de bu, hala şairin
kavuşamadığı bir coğrafyada saklıydı yazıp da tükenmeyen sözcükler ve şiirler?
İkbali mevsimin ve şerit değiştiren
bulutlar ve kurak yürekler nihayetinde hayatı ve coğrafyaları da kurak
kılmışken.
Vuku bulan sistematik acılar ve
defolu yürekler ki şehir bile kalabalığında usanmıştı mizaçların en çok da
yalnızlığın dokusunda ve kültüründe saklı iken şair ve mevsim.
Susuz geçen bir yazın peşi sıra gelen
kış mevsimi ve yeni yılın öncesinde saklı dualar ve kuru dudaklar ve çatlamış
toprak belki de belki de…
Çatlamış ar damarı idi insanın ve
isyanın elbet cezalandırıldığının farkında dahi olmayan münafık gölgeler.
Anda saklı bir damla.
Şairin duaları iken sırdaş yaşla ve
yasla.
İçinden gelendi madem aşkın doğasında
seriliydi öznesi aslında aradığına tek şahitti Rabbi.
Ve yazar soluklandı sonra bir nara
savurdu:
‘’Su çürüdü…’’(A. Telli)
Neyin vedası idi belki de siması?
Neydi dokunan yüreğine insanın?
Neydi kızdıran Yaratanı?
Mevsimsiz yağmurlar değildi de
üstelik beklenen bilakis rahmetin ve yağmurun beklentisi ile ellerimiz
açılmışken semaya…
Bir karınca derken onun ayak sesine
vakıf yüce Mevla.
Susku giyinmiş bulutlar.
Ruhu kayıp bedenler.
Belki de bedeni olmayan ruhlar…
Aslında herkes ve de her şeydi
Araf’ta olan…
Sahi su çürümüş müydü?
Vakur bir sessizlik ve şair paye verdi
aşka ve sözcüklere:
‘Karanlığın karnında yitirdim sesimi.
Kör bir kuyuda unutulan Yusuf’tum
belki.
Ama durmadan soruyorlardı.
İki şeyi bilmek istiyorum.
Duvarların rengi neydi?
Derimin rengi neydi?
Belki renksizliğin rengiydi bu.
Çürüyen bir bedenin kokusuydu
duvarların rengi…
Adımdan gayrısını bilmiyorum…’’(A.
Telli)
Yaralı bir kuşun gazabıydı madem şiir
ve şehir ve susuzluğun da amblemi iken susku giyinmiş insanlar ve bulutlar…
Renkler örtülü, Rabbim ve kabrimde
saklıdır yalnızlığım aslında aşkın na’şında çürüyen bir cesettir kalemi tutan
parmaklarından başlayıp da sözcükler iken saç diplerine dahi sokulan…
Gözüne soka soka sevmişken insanları
bir ömür ve tali yollarda kaybolduğum doğrudur.
Rengi neydi sahi şiirin ve ne
kokuyordu dualar en çok da anne duasında yaşayan bir beden ve bellek…
Sürahiler de dolu imge yığınları ile
ve esefle sustu yağmur bulutları bir ruhtan öte kâbustu bedeni mesken bilen.
Sessizlik bir vaveyla idi adeta
öncesinden ayrı sonrasına şüphe ile bakan kimlikler ve dikilesi duvarlar gel
gör ki duaların tininde yoksunluk eşleşti varlıkla aslında hiçliğin
coğrafyasında şehri de şiiri de ıslıkladı isyanlar.
Bir kaputtu belki.
Belki de bir mamut.
Özlem gideren illa ki şiirin ruhuna
bürünen mevsim ve şair ve sobelenen hayattan uzağa kaçan bir firari.
Şiirin cüssesi.
Şehrin cübbesi.
Su hem çürümüştü hem de suskundu
toprak ve mevsim en çok da lanetleyen ve lanetlenen ne de olsa isyanı
bezdirmişti insanların en çok coğrafyanın suskunluğunda bir avuç topraktan da
fazla değildi cüssesi elbet şehir ışıklarında bir yanıp bir sönen de aşkın
doğasında mevcut bir arayış ve kimse hayatla arasına nifak sokan…