Zahide
ana bir komşusundan yufka ekmek tandırı siparişi almıştı. Oğlu Ali'ye “hadi gidelim de torpaklıktan
birez gırmızı torpak getirelim, şu tandırı bir an evel yapıyım da elimiz üç beş guruş para görsün” diye yal yal yalvarıyordu.
“Amaan ana benim boon çok
işim var, yarın tarlaya gidip Tahsin emmimle arpa biçeceğiz. Ona haber
vermeye gidecaam, ben katırları arabaya koşuncaya kadar sen de kazmayı,
küreği hazırla.”
Zahide ana yıllar önce
bir başka köyden bu köye gelin gelmişti. Gelin olduğu bu aile çok yoksuldu. Yıllar ne çabuk geçmiş, hasta olan kocası
ölmüş, üç kız bir oğlan çocuğuyla bir başına kalmıştı.
Bir müddet sonra kayınları
onun tarlasını, evini ayırdılar. "Sen bize emanetsin, yetimlerin başında otur" dediler. Zamanında kendi köyünde ebesinden çamurla yapılan ekmek pişirme tandırını dökmeyi öğrenmişti.
Tarladan çıkan bir kaç kile buğdayla kapıdaki iki inekten yağ,
yoğurt, süt ürünleriyle çocuklarının katığını temin ederken, bunun yanında
tandır dökme işini yapıyor bundan da üç beş lira ek gelir sağlıyordu. Artık
oğlu Ali büyümüş, çiftin ucundan tutar olmuştu. Karasabana öküz koşup
tarlaları sürüyor, ekiyor, kağnıyla da taşıyordu. Bu tür çiftçilik çok zordu.
Zahide ana biriktirdiği biraz parası ile oğlu Ali'yi yanına alarak kendi köyüne
gitti. Dönüşünde ise bir at arabası, iki katır, bir de pullukla neşe içinde
kocasının köyüne geldi.
Moru'nun Ali, katırları
kendi huyuna suyuna alıştırdı. At arabasına binip de kamçıyı havada şaklattığı
anda daha kamçı katırlara değmeden hayvanlar dörtnala adeta uçuyorlardı. İşleri yoluna
girmişti, katırların onun yanında traktörden pek farkı yoktu. Onlara yemin en iyisini
yediriyor, tımarlarını yapıyor, ahırın temizliğine çok önem veriyor, vakti
gelince kuyudan suluyordu. Köyde traktör, ancak beş altı evde varken artık
çiftçilik öküzlerden yerini atlara devrediyor, katıra pek önem veren olmadığı
için adı Moru'nun Ali ya da Katırcı Ali'yeye çıkıyordu.
Ali'nin çalışkan oluşu, çiftçiliği de başkalarından daha iyi yapması atı, arabası, çifti çubuğu
olmayanların dikkatini çekiyor, bu yüzden ona tarlalarını ektirip biçtiriyorlardı.
Çoğu da "tarlaya daha çok özen gösterir" diye hasat
ortaklığında Ali'yi tercih ediyorlardı. Bunlardan biri de Emmi oğullarından Tahsin ile kardeşi Hasan'dı. Tahsin'le Hasan vakti gelince
ortak çelikçilik yapıyorlar, ara sırada köyden buğday,
mercimek satın alıp zahireciye satarak geçimlerini sağlıyorlardı.
Uzun bekleyişten sonra düşen sıcaklarla ekinler olgunlaşıyordu. Köylü erken yetişen mercimeği yolduktan sonra sararmaya başlayan arpaları "kimse çiğnemesin" diye önce yol kenarından başlayarak sonrada tamamını tırpanla işlemeye başlamışlardı
Tahsin'le Ali sabah at
arabasına atladıkları gibi tarlaya ulaştılar. Ali katırları işlenmiş bir arpa
tarlasına üzerindeki koşumları çıkarıp yanında getirdiği urgan ipiyle yere
sikke çakıp bağladı. Yavan yaşşık yanlarında getirdikleri çökeleğe bir soğan, iki de yarı göğlü domatesi doğrayıp yufka ekmekle
karınlarını doyurdular. Akşamdan düşen çığ daha kalkmamış ekin ne de olsa yaştı. Onun kalkmasını beklerken Ali tönge için çıtlık otu toplamaya giderken
Tahsin de örsü yere çakıp tırpanları çekiçle dövmeye başladığında güneş de
Seyfe Gölü'nün üstünden doğuyordu. Önce ortalığı bir kızıllık kapladı göl
adeta bir camız kesilmişe döndü, sonra sararmaya başladı.
Tahsin'le tırpan çalmada,
mercimek yolma da kimse baş edemez, hızına yetişemez onun gerisinde kalırlardı.
Hele tırpan töngesi yapmada köyde onunla yarışacak kimse yoktu. Üçgen şeklinde
yaptığı tönge takıldığı bacakta adeta bir kuş gibi hafif olur, takanın
bacağını yormaz, bir tek sapı tarlaya dökmezdi. Tırpan taşlamayı babasından
öğrenmiş, onun çekicinin darbesini yiyen tırpan adeta ustura kesilirdi. Bunu
bilen emmi oğlu Ali yanında getirdiği tırpan taşıyla bunun olmayacağını
bildiği için tırpan işini Tahsin emmisi ne bırakıp çıt çıt otu toplamaya
kaytarmıştı. Artık töngeler yapılmış, bacaklara geçirilmiş, tırpanlar ekin
biçme tavını almıştı. Güneş de artık ısıtmaya başlamış yavaş yavaş da çığ
ortadan kalkıyordu.
Güneş
yükseldikçe enginde olan tarla cayır cayır yanmaya başlarken, sıcaklanan Ali
göö bocayı kafaya dikiyor, harareti biraz geçiyor, bir daha deniyor olmayınca kendisini
at arabasının gölgesine darın atıyordu. Kaçışının ikinci nedeni ise tırpanda Tahsin
emmisine uyamaması, geri kalacağını anlayınca da su veya tuvalet bahanesiyle
kayış yarmasıydı. Vakit öğleye yaklaştığında bayağı yorulmuşlardı. Gözleri Ulu yoldan gelecek Zaade anayı ararken, bir yandan da yanında getireceği
yiyeceğin merakı içindeydiler. Beklemeleri fazla uzun sürmedi. Zaade bacı
onlara, “Golay gelsin uşaklar, hadi siz biraz yemeğe kadar dinenin, ben de şu
işlediğiniz sapları yığın yapayım” diyerek at arabasında asılı duran orağı
eline aldı.
“Ali yavrum, bu senede sen böyle
biraz perişan ol da seneye ölmezsem sana tohum ekmek için mibzer, biçmen için
de orak makinesi borçlanıp harçlanıp alacağım. Belli ki bu iş böyle
olmayacak.”
Ali ve Tahsin'de onu
dinleyecek hal kalmamış, hamlık ve yorgunluktan kendilerini zor kötek
arabanın altına atmışlar, horultuları gökten duyuluyordu. Zaade ana onlar
uykuyu alıncaya kadar bayağı çalışmış, orak elde fır dönmüş, zaten nasırlı
olan ellerine sap ve orak zarar vermemiş, az su toplasa da bayağı üç dört
yığın yapmıştı. Getirmiş olduğu çıkıyı açtı, pişirdiği bulgur pilavından aradan bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ buhar çıkıyordu. Hemen iki soğan şakıladı,
kesedeki süzme yoğurdu hoşaf tasına dökerek iyice karıştırıp ayran çalkamacı
yaptı. İçine iki domates doğrayıp tahta kaşıkla karıştırdıktan sonra tuzunu
attı.
Yere serdiği sofra bezinin
kenarına yufka ekmeği ve yiyecekleri yerleştirdikten sonra uyuyanları
uyandırdı. Yığınları gören iki emmi oğlu, “Dışarıdan babalık mı çağırdın,
yoksa bu kadar yığını bir kadın tek başına yapamaz” dediler.
“ Zevzeklenmeyi bırakın da
karnınızı doyurun, şurada aşama ne galdı. Yarın da Tokdemirde tırpan sallıyacaanız.”
Karnı doyan iki ortak hem
laflıyorlar, hem de iştahla tırpan sallıyorlar, Zaade ana da arkadan sapları
toplayıp yığın yapıyordu. Vakit ne çabuk da geçmişti, dışarı akşama
yaklaşıyordu.
Belli ki tarla gündüz bitmeyecek iş geceye kalacaktı, bereket ki o günlerde ay dolunay da
olduğundan ışık sorunu yoktu. Ali, “ana sen durma köye git. Biz Allah'ın izniyle burayı gece de olsa bitirip eve gelirik” dedi.
Zaade bacı, “Oğlum gendinizi fazla yorup da
hastalanmayın. Tırpan adamı çarpar, zaten hamsınız. Olmazsa yarın kuşluk vaati gelir öyle bitirirsiniz” diyerek köyün yolunu tuttu.
Tırpan salladıkça tarla adeta
gözlerinde büyüyor, büyüdükçe de bitmeyecek
gibi oluyordu. Öğleden artan yemekten ne kaldıysa akşam aceleyle yeyip bitirdiler.
İki sokum artıkla doymak ne mümkün, çalıştıkça acıkıyorlar işi de sabaha da bırakmak
istemiyorlardı. Şahman buğday ekili komşu tarladan bolca biçip yaktıkları ateşte üterek yediler, ütme yaktıkça testiyi elden düşürmediler.
Tırpan, tarla artık bir yanda kalmış, ne
yemeden vazgeçiyorlar, ne de köye gidebiliyorlardı. Ay ışığında bir iki
tırpan sallamaya çalıştılarsa da geçen zaman içerisinde açlıklarını
gideremeyen ütmenin içindeki şahman buğdayının taneleri önce onların karın ve
bağırsaklarında rahatsızlıklar başlatmış, sonrasında da ishal olmuşlardı. Sabaha kadar
rahatsızlıklarından tarlanın içinde oturmadık yer koymamışlardı.
Sabah
gençlerin eve gelmediğini anlayan Zaade ana eline aldığı azıkla tarlanın
yolunu tuttu. Tarlaya vardığında gördüğü manzara karşısında donup kaldı.
Uykuya yeni dalmış olan oğlu Ali'yi dürterek zor kötek uyandırdı, yerdekilerini ona gösterip “oğlum burada celepçinin öküz sürüsü mü yattı” derken
şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu.
NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını
rencide etmek için yazmadım.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 05 01 2012 GERÇEK YAŞANMIŞ
HİKAYELER