‘’Birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet
içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak
konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım.
Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.’’(Oğuz Atay)
Ruhumu tetikleyensin.
Teyakkuzdayım bir ömür.
Bir imgenin başkaldırısında şehre denk düşüyorum ve içimin de
uleması iken şiirler tek tek takıyorum yakama bir rozet endamı ile.
Binlerce duygunun istila ettiği gecenin de yatıya kaldığı bir
iklimden yazıyorum sana her gecenin güne iken öfkesi benimse kendime duyduğum
saygı ve büyüyen bir sevginin de arifesi.
Uyruğu yok kalemimin.
Kalibresi bilinmez iken içimdeki sözcüklerin.
Bazen uçuşa geçtiğim bazense sözcükler uçuk çıkaran bense pilot
kabinindeyim kalem denen uçağın.
Dün vapurdum yarınsa belki de araba bir gün sonra ise geride
kalmış patlak bir lastik bu yüzden kış lastiği mi taktım da düştüm yola ne de
olsa İstanbul beklemede karı bense karacağım kadar önümdeki geçit vermez karı…
İhya edilesi yüreğim.
Muzip ve tanrısal bir dokunuş iken sevgi.
Müdavimi olduğum mevsim ve şakağıma dayamışken kalem denen
silahı.
İçimdeki ilah.
Dışımdaki nizam.
İfrata kaçan bir sevgiden ne zarar gelir ki?
İçimde kalan ukdelerden binlerce şiir ördüğüm: sevgiyi de
saygıyı da asaleti de ailemde gördüğüm demek oluyor ki; yaşamak ve umut etmek
adına ne çok sebebim var.
Bir g/izin tarihçesidir sözcüklerim bense ulemasıyım
şiirlerin ve bodur makilerden arakladığım yeşillik gözlerime yansıyan bazense
yine gözlerim yıldızlar saçan.
Efkârın da müdaviyim ve yasın artık bir yasa addedildiği.
Ölen çocuklar ölen masumiyet ve yuvasında katledilen kadınlar:
Ah, artık bana kimse aşktan bahsetmesin.
Mazlum ve masumiyet.
Bir çocuk olarak kalmanın hatırı ne büyüktür oysa gel de
şimdi anlat bunu insanlara.
Kıblemdeki dolunay.
İçimdeki gül bahçesi.
Beynimdeki ana yol ve tali olan nicesi bense tahliye
edemediğim gitti mutluluğu ve işte inkılapları cumhuriyetin bizlerse yılmaz
bekçileri iken ülkenin.
Ülkümde saklı.
Ölümün öncesi öğütlediğim iç sesim.
Aymazlığında yalnızlığın ve işte demetlerce çiçek taşıdığım
ölü şairin kabrine.
Bir kebir defteri belki de içimde saklı tutulası bense
veresiye defterine geçiriyorum duyguları:
Bir kilo mutluluk…
Başka ne vardı?
Azıcık da sevgi ve hoş görü…
O halde yazdım gitti deftere.
Ulvi bir makamsa aşk ve uhrevi duygularsa başkaldıran ve işte
şiirin tıpasını çoktan açtım kendimi de aştım aşalı ve zaman aşımına uğramayan
yüreğim en çok da duygularım iken üstüme çektiğim yorganım.
Bir bültenden fazlası gün.
Bir övünç ise sevgi.
Bir de öğretilerle dolu iken insanın zihni.
Hem zikri de fikri de aynı iken dervişin.
Ve işte seyyah sözcükler ve işte sefil gölgeler.
Açılımın devasa boyutta ruhun ve hüznün peçesine saklanmışken
umut elbet yatıya kalan bir sözcükten inşa ettiğim onlarca sayfaya da serdiğim
yüreğim adeta alt yazı geçtiğim günün de güftesi iken kalemin gücüne giden
bazen bazense yorgunluktan sızan güneş sabaha telaşla koşan ve ben geceden de
firar edip sabahın ilk ışıklarında uykuya bodoslama atladığım ve sabahı dualar
eşliğinde karşıladığım.
Müzmin bir sevgiden ibaret benim yüreğim.
Müdavimi olduğumsa umuda dair…
Elbet istimlak edilmiş ömrün de yıkımına izin verip yeniden
örecekken zamanı sözcüklerin şeceresine kayıtlı kalemle sözlendiğim gün ve
gecenin de devindiği o parmak arası yalnızlığa da bir selam verip geçiştirdiğim
delişmen yüreğimin hızına zor yetiştiğim yoksa durduk yere yazar mıydım?