‘’Ölü ya da diri fark etmez, birbirilerinin ardından kötü
konuşanlardan hoşlanmıyorum. O ihtiyar bir bedende neşeli bir delikanlıydı, ben
daha genç bir bedende yaşlı bir kadın. Biz bu yüzden iyi anlaşıyorduk sanırım.’’(Alıntı)
Unutulmuş olmam fark etmez ya da içine sığmak istemediğim bir
bedenin taşıyıcısı olmakla da izah edilmez yokluk duygusu:
Hangi mertebede olduğum tartışılır ve atanmadığım bir makam
iken ölüm dilekçemin altına kim imza atacaksa çabuk tutsun elini hadi…
Rengim kaçık ise günün suçu ne?
Gün özürlü ise ben tutamaz mıyım elinden?
Ya, benim elimden kim tutacak ve iflah olmaz sahtekârlar hep
mi pul çalacak oynadığımız oyunda?
Yoksa şah-mat demenin zamanı geldi de geçiyor mu?
Şahlanan rüzgâra yan gözle b/akıyorum ve gerisin geri gidiyor
ayaklarım çünkü ait olduğum ağacı çoktan aforoz etti Tanrı: köküme gelince
sadece geride kalan iki dişimin köküdür hayatla aramdaki tek bağ ve ben ağa
takılmış balık gibi çırpınıyorum kalemle her küstüğümde.
Bildiklerimi unutmanın tam zamanıdır.
Unutmaksa ilk bildirge ve işte ekliyorum ölüm dilekçem gerçi
onaydan geçmedi ama…
İklim savruk.
İklim üşengeç.
Bizim buralara henüz yağmadı yağmur ama yer gök yağmalandı
kurak geçen bir yaz mevsiminin ardından mademki Tanrı da bana ‘’yaz’’ emri
verdi ve işte yaza yaza yazı da kurutup içime kapandığım kadar da yazgımla
hemhal bıçkın bir rüzgâra meyletmekteyim.
Evreleri kayıp şiirlerimin en çok da
belleğimin atmışken devreleri ve işte tapusu bana zimmetli bir yalnızlıkla s/özlendiğim
kadar vuku buluyor ıssızlık.
Aşkın hanesinde.
Özlemin haresinde.
Sarpa saran hüznün bakir sevgisinde
ve meylettiğim yalnızlık sözcüklere de kulp taktığım bir gün ortası seviştiğim
kalemle açık seçik gel gör ki müstehcen değil bizim ulu orta sevdamız.
Ben yakarım kâğıt yanar.
Ben yazarım kalem küser…
Tünediğim bir sözcükte ve turladığım
bir göçükte muhabbet erbabı şiirin ilk dizesinde sekerim kuş gibi ve nasıl da
sakarım elim kâğıt kalem tutar da bir tek tabak tutmaz ve kırarım peşinen
kırıldığım kadar kanarım kanattığım kadar ve susarım.
Lafın nereye gittiğini tayin
edemediğim için özgür bırakırım ruhumu ve özgürce sevip kalemi salarım boşluğun
tarlasına:
Nadasa aldığımdır iç sesim takriben
otuz sene süren suskunluğum.
Nidalardır tam takır kuru bakır.
İmgeler somurtur kalem can çekişir
ben aşka her susadığımda ve sustuğum kadar kalem koşar.
Yazarım coşkuyla.
Yazamadığımda kan kusar kalem tuttu
derim.
Midemde ne ararsan var:
Sofuyum belki de ve içtiğim çayın
deminde demlenirim.
Safi safım ve saf tuttuğum kalede
kalemim infilak eder her yenik düştüğümde.
Mizacımdır yaralı olan.
Mealimdir saçma yiyen ve saçmalarım
içim acıdıkça.
Bu gün suskunum yarına Allah kerim.
Dünün yâdında iç çekerim dışımda
bıçkın rüzgâr ve tüm sözcükleri yalnızlığa serperim belki de sersem sepelek
uzandığım şu beyaz boşluktur beni şaşkına çeviren en çok da ne yazacağımı
bilmediğim kadar merakla coşkuyla kalemi olta misali salarım denize.
Göğün kımıltısıdır içime yağan.
Yerin hezeyanıdır ne zamanki zemin
ayağımın altından kaysa.
Aşkın aksanıdır kör kuyularda
kaybolmuş ilk gençliğim ve yılların vardiyasıdır süregelen sessizliğim…
Köhne bulutlarda kurumuş bir çiy
tanesi.
Hengâmesi ömrün sarkıtlarda saklı
içimde kalan ukdelerin her biri.
Bir manivela adeta mehtapla sözlenen
renkler aslında gecenin kara kuşağı çocuk gelinin ufacık bedenine takılmış
ziynetler hatırına sevginin aşkın da inhisarında çocuk masumiyetinin kumanyası
serlerle yüklü sırlar serilmiş bir bir surlarına şehrin ve yanık mektuplar
körelmiş ve kor almış insanlığın unutulduğu izbelerde saklı kör nidalar kör bakışlar
aksayan ayağında şiirin süregelen o yenilgi ve mahlası yitik şiirlerle örülü
mabedi şairin ve işte duygular fora, revnak sözcüklerle örülü bakışları
bilinmezin indinde sıralanmış heceler nasıl da birbiri ile kavgalı alfabeden
firar eden tüm harfler…