İnsanın kısa ömrü
ayrılıklar ve yol ayrımlarıyla dolu aslında. İnsan, hangi dönemeçte kimi
bırakacağını, kim tarafından bırakılacağını ya da kim ile karşılaşacağını çoğu
zaman bilemiyor. Düşünen beyinler için aslında bu akıl almaz bir durum. Dünyaya
geldiğimizde birilerini seviyor, birilerine güveniyor ve birilerine
bağlanıyoruz. Ardından bir şey oluveriyor ve sevdiğimiz, güvendiğimiz,
bağlandığımız o kişiyle yollarımız ayrılıyor. Kimi zaman bu ayrılığı
hissedebiliyoruz ve hatta bizzat kendimiz tercih edebiliyoruz. Ancak çoğu zaman
bu ayrılışlar kader örgüsü içinde birdenbire gerçekleşiveriyor. Ne kadar da
trajik bir durum.
Kalbimizi verdiğimiz,
dağ gibi sırtımızı yasladığımız, hava gibi; su gibi bağlandığımız insanlar
oluyor hayatlarımızda. Bu kişi kimi zaman annemiz, kimi zaman babamız, kimi
zaman sevgilimiz, kimi zaman da arkadaşımız oluyor. Elbette bu sıfatlardan biri
ya da birkaçı bir arada da bulunabiliyor. Yani insan sevgilisiyle arkadaş
olabiliyor, arkadaşıyla baba-oğul ilişkisi kurabiliyor. Öyle ya da böyle insan
bir başka insan ile bir şekilde sarsılmaz ve kuvvetli bağlar kurabiliyor. İşte
bu kurulan bağlar ne kadar sağlam ve sarsılmaz olursa ayrılıklar da insanı o
kadar çok yakıyor. Ansızın gelişen ayrılıklar ise bir başka acı veriyor.
Kuşkusuz her insan
gibi benim kısacık ömrümde de böylesi ayrılıklardan bir hayli oldu. Yani bu
ayrılıkları ve bu ayrılıkların insanda oluşturduğu hisleri kelimelere dökmek
oldukça zor. Okuyucu da fark etmiştir ki yazının başından beri kıvranmam da bu
sebepten kaynaklanmaktadır. Aslına bakarsanız her zaman değindiğim gibi insanın
yeryüzü macerası nereden bakarsanız bakın acıklı bir öyküdür. Hüzünlerden
sıyrılıp sevinçlere ulaşmak için çabalarız her zaman ve çoğu zaman ulaşamayız;
hevesimiz kursağımızda kalır.
Aslına bakılırsa bu
insanın laneti olarak da tanımlanmaktadır çoğu inanç sisteminde. Hatta birçok
kültür ve dile yerleşmiş bir deyim bile vardır bu konu ile ilgili; “Dünya
cennet değildir.” Peki, ne alama gelmektedir bu? Dünyada devamlı suretle mutlu
olmayı, başarılı olmayı, sevinçli olmayı beklememelisin. Zira insanın ebediyen
mutlu, sevinçli ve başarılı olduğu yer cennettir. Cennette ne hüzün vardır ne
acı vardır ne çabalamak vardır ne başarısızlık vardır ne hastalık vardır ne
sıkıntı vardır; Güllük gülistanlık süt-liman bir yerdir tarif edilen cennet.
Ama dünya öyle değildir. Dünyada hüzün, sıkıntı, hastalık, başarısızlık,
ayrılık, acı yani aklınıza kötü gelen ne varsa misliyle bulunmaktadır. Ayrıca
insan dünyada bir şeylere ulaşmak için çalışmak ve çabalamak zorundadır. Şimdi
okuyucu çalışmamanın ve çabalamamanın tembellik olarak tanımlandığından ve bu
tanımın hiç de hoş olmayan utanç getiren bir davranış olduğundan bahsedebilir.
Ancak bu yalnızca bize yeryüzü macerasında öğretilen bir öğreti ve yalnızca bir
öğreti değil aynı zamanda da bir gerçek. Yaşadığımız bu dünyada çalışmadan,
çabalamadan bir şeyler başarmamız ya da kazanmamız mümkün değil maalesef. Çalışmanın
ve çabalamanın eziyetli bir iş olmasının nedeni ise cennetten yeryüzüne
gönderilmiş olmamız. Aslında bu konuyu da daha fazla uzatmak niyetinde değilim.
Zira konu herkesin de malumu.
Sevdiğimiz, güvendiğimiz ve bağlandığımız insana son defa baktığımızı ya da o insanın bize son defa baktığı bilseydik kendimizi nasıl hissederdik? Bu “Son Bakış” kuşkusuz unutulmazdır. Bu bakışı unutulmaz ve acı verici kılan şey ise son olmasıdır.
Anadolu’da yabancı olduğum bir yerde görev yaparken çeşitli insanları tanıma ve onlarla arkadaş olma imkânı buldum. Bu arkadaşlıklar arasında benim için oldukça değerli olanları da mevcuttu. Yani uçsuz bucaksız bir kumsal da rastladığınız bir inci tanesi gibi. Bu değerli inci bana ağabeylik yapan çok sevdiğim birisiydi. Birbirimize her rastladığımızda muhabbet eder, şakalaşır, halimizi hatırımızı sorardık. Ben o sene mühim bir ameliyat geçirmiştim. Hastalığım ve tedavi sürecim boyunca beni bir an olsun yalnız bırakmadı. Her ihtiyacımda yardımıma koştu bu değerli ağabey. Hastaneden taburcu olduğumda tam iyileşmemiştim. Birkaç gün sonra da mübarek Ramazan Bayramı geldi. Ramazan Bayramının birinci günü bu değerli ağabeyim ile yürüyüş yapmak için dışarı çıktığımda karşılaştım. Tertemiz tıraşını olmuştu, beyaz gömlek ve lacivert kumaş pantolonunu giymişti. Boyalı iskarpinleri ile parıl parıl parlıyordu. Ağabeyimle kucaklaştık, sarıldık, bayramlaştık. Yüzü gülüyordu. Beni gördüğüne mutlu olmuştu. Bende onu gördüğüme çok mutlu olmuştum. Biraz sohbet ettik. Çok neşeliydi. Neşeli olması beni de keyiflendirmişti. Sonra birbirimizden ayrıldık. Dediğim gibi ben hastahaneden yeni çıkmıştım, iyileşme sürecindeydim. Tüm gece uyuyamadım, uyuyup uyuyup uyanıyordum. Sabahleyin güneşin doğuşunu izledim pencereden. İçimde yılan gibi kıvrılan bir sıkıntı vardı. Ben bu sıkıntının hastalıktan kaynaklandığını düşünüyordum. Ama ne de olsa bayram günüydü. Ev ahalisi toplanıp dışarı çıktık. Bayramın ikinci günü olduğu için marketler açılmıştır diye düşünüyorduk. Ama dışarıda anlam veremediğim bir tuhaflık vardı. Herkesin yüzü düşmüştü. Bayramdan ziyade bir matem havası vardı. Bu duruma anlam verememiştim. Belki de ben öyle görüyorumdur diye düşünüyordum. Eve geldiğimde mahallede bir kalabalık ve feryat figan çığlıklar ve bağırışlar duydum. Çok telaşlanmış ve korkmuştum. İşin aslını öğrendiğimde ise beynimden vurulmuşa döndüm. Dün bayramlaştığım inci tanesi değerli ağabeyim geceleyin intihar etmiş. Arabasıyla bir göletin kenarına gidip bir veda mektubu yazmış ve silahla kendini vurmuş. Hastalığımı filan unuttum. Dünyam yıkılmış gibi hissettim. Nefes alıp vermede zorlanıyordum. Kafamda tek bir soru yankılanıyordu; “Neden?” Neden böyle bir şey yapmış olabilirdi? Daha dün görüşmüştük. Tıraşını olmuştu, bayramlıklarını giymişti. Bana gülmüştü, sarılmış, kucaklaşmış ve bayramlaşmıştık. Nasıl olmuştu da ağabeyim intihar etmişti.
Bu ağabeyimin cenazesine katıldım. Çok ama çok üzgündüm. Kafamda yaşananları eviriyor çeviriyor ve bir anlam vermeye çalışıyordum. Ama olmuyordu. İhtimaller beni delirtmek üzereydi. Belki bayramın birinci gününde karşılaştığımızda biraz daha uzun konuşsaydım, durumunu anlayabilseydim, akşam onu eve davet etseydim ya da ne bileyim düşüp hastalıktan bayılsaydım tüm gece hastanede kalsaydım o da benimle olsaydı. Yalnız kalmasaydı. Bu işi yapmasaydı. Daha sonra karşılaşmamızı konuşmamızı defalarca kafamda ölçtüm, biçtim ama bir sonuca ulaşamadım.
Bu değerli ağabeyimin,
dostumun bana mirası bayramın birinci günü zihnime ve yüreğime kazınan ve hiçbir
zaman unutamayacağım “Son Bakış” idi. Açık yeşil gözlerindeki güneşin
yansımasını asla unutamayacağım. Şimdi bu satırları yazarken bile o “Son Bakış”
gözlerimin önünde duruyor. O bakışların son bakışlar olduğunu bilseydim her şey
değişir miydi acaba ya da o değerli ağabeyim bana son kez baktığının farkında
mıydı?
İnsanın yeryüzü
macerası gerçekten acılarla dolu…