Durgundum, hayatın ötesinde bekliyordum sevinci.
Dalgındım, beklemelerin içinde buluyordum hayatı.
Cennetin arka kapılarından, bağıranların
iniltilerinden, özgür esirlerden, ben kalıyordum yanıma. Gençtim on yediydim henüz.
Küçücük çocukların neden buz gibi sokaklarda, büyük adamlar gibi öldüğünü,
hayatın neden bu kadar soğuk olduğunu ve yağan kârın neden dünyayı
beyazlaştıramadığını bilmiyordum, anlamıyordum. Otobüslerin kavuşmayı, durakların
sarılmayı ve aşkın iki başınalığı yaşattığına inanarak genç kalıyordum ve belki
de geç kalıyordum.
Heyecanlarım, ağlamalarımın yankısında ıslanıyordu. Şehir
saçlarıma dokunamayacak kadar yasaktı. Ve annem habersizce her sabah umuduyla
tarayacak kadar rüzgârı emanet etmişti saçlarıma. O zamanlar olgunlaşan
başaklara ben vuslat diyordum. Başkası başka başkaları hep başka. Yıkık dökük hayallerle
bakmayı öğretiyordu haber bültenleri, zamanın aynasından yarınlara. Oysa gerçek
olan, hayallerin bir gün mutlaka gerçek olacağıydı.
Şimdi gözlerinin buğusunda kan izleri taşıyan,
sırtındaki leşlerden kamburlaşan bedenine yeni roller arayan bir yaşlıyım. Sandalyesinde
oturan ve diriliş gününe dek kalkmayacak olan bir gençliğin varlığına şehidim.
Gölgem içinde ölümü, ölümler içinde sol köşemi
anımsıyorum. Caddeler kırık fay hatlarında beklediklerimi, kaldırımlar meçhul
ovalarda gezinen dolambaçlı bir otogar sarhoşunu besliyor. Dağlardan yuvarlanıyor
salıncaklarım ve düşüp ömrüme bulaşıyor Nuh tufanından kalma hatalarım.
Suskumun isyanına bulanıyor yıldızlar ve annem kanamaktan yorulan yanlarını düşürüyor
yirminci yılıma. Babamsa gece nöbetlerinde tek, sabah uyanışlarında yalnız
kalıyor çok başına.
Kurşun kokusunda kalıyor ruhum. Rotası yeminli bir infilak kokuyor, müntehir yanlarımdaki yazgının.
Arkamda, sonra bulamayacaklarım yanımda, sonra yaşayacaklarım
ve önümde kandırmadan kandıklarım var. Baharımda Sür’dan kalan son
pişmanlıklar. Sonbaharımda kuyudan kalma tenhalıklar saklı. Bulutlar kalıyor içimde
yağmurdan miras. Oysa ağlamak adımın ardına tutunan bir yanımdı önceden.
Öldürdükçe ölen ellerimle maviyi ve kendimi öldürmeden. Mansur’dan sıçrayan
kanla kandığım, içimin sesi rüyamın öfkesi ve hayallerimin hicreti İstanbul’a birikiyorum
bekleyişlerimle. O’na ağlıyorum ağlamanın kutsandığı gecelerde. Aslında ben
İstanbul’u su perisi sanmıştım.
Çocuklar sütlerini siyaha bulayanları, anneler
öldürülen kadınlıklarını ve erkekler emanet yaşamlarına katil olanları bilmeden
yaşıyorlar. Her diyarda kayalaşan yürekler ve her yürekte uçmayı bilmeyen
kırlangıçlar barınıyor. Oysa taş her yerde kutsal değildir ve her kadın her
yerde sapan yürekli erkekler doğurmayı bilmez.
Kapıları yüzüme kapadığımda, bana ayaları ayrılıktan usanmış
ve firakını kaybetmiş elleri kalıyor aşkın. Buz mavisi bir serüvenin itidalini
yaşıyorum. Yapacak hiçbir şeyim kalmadı. Öyleyse ölüyorum. Ellerimde kalın geç
kalışlar, ayakucumda ince yollar ve içimde sen zede infazlarla infilak eden inşirahlar.
Asılıyorum “sen” ağacında. Sonra son acıma ve çırpınıyorum, bu dünyanın
ortasında kendim’siz kalışıma.