Latif Bey
LATİF BEY

       Tan doğarken, asık suratlı bulutlar kara bir günün habercisi gibiydi bu gün.

       Araladığı perdenin ardından bir süre gökyüzünü seyreden Latif Bey, ayaza ve yağış ihtimaline rağmen kararlı görünüyordu.
       Sütlü kahvesini bitirmiş, iş tulumunu giymişti. Binayı çevreleyen geniş balkonda yine bir tur atarak usulca diğer kapısından girip, ağır ağır merdivenlerden aşağıya süzüldü. Zülbiye Hanım, sabah namazının ardından eşinin kahvesini hazırladıktan sonra, bir süre daha dinlenme ihtiyacı hissettiğinden, Latif Bey, eşinin uyanmaması için olabildiğince sessizdi.
       "Misafir işçi" olarak gittiği Almanya’dan döneli yirmi sene kadar olmuştu. Bir süre İstanbul’da yaşadıktan sonra rahat edemeyeceğini anlamış, yerleşmek için; gürültüden uzak, havası güzel, yeşili bol bir muhit aramış, sonunda Yalova’da, Termal kaplıcalarına yakın bir yerde, tam da gönlüne göre şirin bir yuva kurmuştu. Kolay olmamıştı tabi. Oldukça sert geçen kışın kar ve soğuğunda dahi, başladığı inşaatın yanından ayrılamadığından, karşı komşusunun kullanılmayan tek göz odunluğuna serdiği bir yatak ve eski bir sobayla idare etmişti. Bu virane kulübede bazen günlerce hasta yatmış, çok sıkıntı çekmiş... ama başarmıştı.
       Mutluluğuna diyecek yoktu Latif Beyin. 
       Etraf dağlık, sakin bir yerdi. Arada bir nükseden diz ağrılarını saymazsak iki büyük derdi vardı. Biri yalnızlık, diğeri ise yazın gölgesine sığınıp serinlediği şu asırlık çınar ağaçları. 
       Her sene güz kapıyı çaldığında dökülen yaprakları süpürmekten yorulmuş, lakin pes etmemişti.
       Temizlik konusunda çok titiz bir adamdı Latif Bey. Etraf düzenli, bakımlı, her şey yerli yerinde olmalıydı. 
       Her sabah günün ilk ışıklarıyla başlayan temizlik kahvaltı ile bölünse de, genellikle öğlen vaktine kadar devam ederdi. Balkonun bir ucuna kurulu sandalyesine oturur, yaktığı bir sigaranın dumanları arasından uzaklara bakar... dalar giderdi. 
       Çok teşebbüs etse de bırakamamıştı bu mereti...
       Dış kapıyı açtığında hafiften yağmur çiseliyordu. 
       Son günlerde havalar hayli soğumuş, Eylül ayı kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. On adım kadar daha ilerledikten sonra merdiven altındaki emektar süpürgesini alarak demir bahçe kapısından sokağa indi.
       Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Bu vakitlerde uzanıp giden ince dağ yolundan nadiren gelen bir kaç aracın motor homurtusu haricinde sükûtu bozan tek şey kuşların cıvıltısıydı.
       Bir yandan evinin önünü süpürüyor, bir yandan da yarım kalan hayallerine hayıflanıyordu. Her şeyi düşünmüştü de, bu koca binada yapayalnız kalabilecekleri hiç aklına gelmemişti. Tahmin edebilse o kadar uğraşıp dört katlı bir bina yapmazdı elbet. 
       Planına göre dört evladı da bulundukları şehirlerden gelecekler, kendileri için özenle hazırlanmış daireleri şenlendirecekler, ailece neşe ve huzur içinde yaşayacaklardı.        Oysa aradan geçen onca zamana rağmen - tatiller haricinde- ne gelen vardı... ne giden. Kader hayallerin üzerine kalınca kara bir çizgi çekmiş, düşlerini kâbusa çevirmişti. Yalnızlık iliklerine işliyordu. Lakin, yapacak bir şey yoktu. Pişmanlık için çok geç, "keşke"ler anlamsızdı. Tevekkül etmeliydi… sabretmeliydi. Ediyordu da zaten...
       Soluklanmak üzere kaldırım taşına oturduğunda altmışlı senelere uzanmış, yine maziye dalmıştı;                     Postacıyla gelen müjde(!)... Alman konsolosluğuna gittiği o gün... dişlerine kadar sağlık kontrolünden geçirilişi... vize müracatının kabulü...         Her şey ayrıntısına kadar hâlâ hatırındaydı. Özellikle de o veda günü! 
       En büyüğü daha henüz on dört yaşında olan dört evladını eşine emanet ederken, Zülbiye Hanımın İstanbul gibi bir yerde, yoksulluk içinde bu sorumluluk altında ne kadar zorlanacağının farkındaydı. Ayrılığı daha da zorlaştırmamak için Sirkeci garına gelmelerine müsade etmemişti. Başına gelecekleri bilse gider miydi gurbete?
       Dilini bilmediği, kendisine tamamen yabancı bir ülkede yaşamanın zorlukları yetmezmiş gibi, daha altı ay geçmeden geçirdiği elim bir trafik kazası sonrası yirmi beş gün kadar komada yatmış, ölümle pençeleşmişti. Diyanet tarafından idareten görevlendirildiği Günzburg kasabasında ufak bir mescitte bir avuç Türk'e hizmet etmeye çalışırken başına gelen bu kazadan dolayı tüm hayalleri alt üst olmuştu. Yerel gazetelere  yansıyan bu olayın satır aralarından, kazaya, aynı istikamette otobüs bekleyen Latif Beyi  götürmek için aracına alan sarhoş bir Alman şoförün hatalı sollamasının sebep olduğu anlaşılıyordu. Hurdaya dönen araçtan Almanın yara almadan, Latif Beyin de yaralı da olsa kurtulması mucizeydi. Lakin, özellikle de kırılan çene kemiği ve diş tedavisi o kadar uzun sürmüştü ki, namaz kıldırdığı cemaatin yardımları olmasa kirasını dahi ödeyemez hale gelmişti. O durumda bile, ailesinin endişe etmemesi için, başına gelenleri hissettirmemek için büyük özen göstermiş, hatta bir ara bir yolunu bulup ailesine para bile göndermişti. 
       Kendisini tedavi eden doktorlar geldi aklına birden. Özellikle de çok memnun kaldığı diş doktoru ve hanımını Türkiye'ye davet ettiği, fakirhanesinde ağırladığı, ekmeğini bölüştüğü günler gözünün önüne geldi. Dr. Hieber ve eşine İstanbul'u gezdirmiş, olabidiğince memnun etmeye çalışmıştı. Heyy gidi günler heyy...       
       Düşüncelerini bölen, hafta arası her gün evin önünden geçen, DSİ’de görevli iki üç memurla, birkaç işçiden ibaretti. 
       Bugün de öyle olmuştu. "Hacı Amca" nın çalışkanlığına gıpta ediyor, geçerken takılmadan duramıyorlardı. Her selamın ardından illâ ki tebessüme sebep kısa bir sohbet olurdu. Tanıyan herkes Hacı Amcasını çok severdi. Mahalle çocuklarının kalbinde ise ayrı bir yeri vardı. Minik ellerini öpüp alnına götürmesi çok hoşlarına gidiyordu. Adı "El öpen Amca"ya çıkmıştı. İçtendi. Misafirperverdi. Evde yemek olup olmadığına bakmaz, yoldan geçerken selam veren herkesi sofraya davet ederdi. Zülbiye Hanım eşinin bu huyunu bildiğinden, pek hazırlıksız yakalanmaz, „yarım elma gönül alma“ babından da olsa sofrayı donatır, lokmalarını bölüşürlerdi...
       Yapraklar toplanıp binanın önü temizlenmiş, nadiren de olsa bulutlara kafa tutan güneşin ilk şuaları şehri ısıtmaya başlamıştı. 
       Latif Bey, nedense bugün her zamankinden daha durgundu. Biraz da baş ağrısı vardı.   "Tansiyondur yine" diye geçirdi içinden. Tam eve yönelmişti ki, büyük bir gürültüyle irkildi. Uzaklardan gelen bir Kangal köpeği az ötede komşusu Fatma Hanımın bekçi köpeğini altına almış, adeta parçalıyordu.            

--- Yetişiiin... yetişiin!

       Oysa tek tük evlerin bulunduğu bu mahallede etrafta Latif Beyden başka kimsecikler yoktu. Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle koşup, süpürge sapıyla müdahele etse de, hayli geç kalmıştı. Kangal köpeğinin açtığı yaralar oldukça derindi. Cesur, hayli hırpalanmış, perişan bir halde topallaya topallaya gözden kaybolmuştu.
       Gururlu bir köpekti. İşaretlediği bölgesini ölümüne savunur, kendinden iri ve güçlü hemcinslerine kafa tutardı. Her sabah bu vakitlerde zincirinden çözülür, ihtiyacını görsün diye dışarı salınırdı. Son zamanlarda uzaklardan getirilip, gizlice mahalleye bırakılan başıboş köpekler rahatsızlık verse de, şikâyetler yetkililer tarafından dikkate alınmıyordu. Bu dalaşma ne ilkti, belli ki ne de son olacaktı. Lakin, bu kez yaraları ağır, kan kaybı fazlaydı. 
       Yenilginin utancından olsa gerek, çağırmalara aldırış etmemiş, kulübesine girmemişti. Fatma Hanım iki gözü iki çeşme ağlayarak işinin başına geri döndü. Gün içinde geri geleceğini umuyor, yaralarının yine iyileşeceğine inanıyordu. Daha doğrusu buna inanmak istiyordu...
       Latif Bey, süpürgesini yerine koyduktan sonra kapıları ardından kilitleyip dairesine çıktı. Üzerinde daha önce hiç olmadığı kadar bir ağırlık, bir yorgunluk vardı. Her gün olduğu gibi tulumunu yine merdiven başında soyunup lavaboya yöneldi. Zülbiye Hanım da çoktan uyanmış, kahvaltı hazırlamakla meşguldü.
       Aniden bir inilti ile irkildi. Elindeki çaydanlığı aceleyle ocağa bırakıp seri adımlarla sesin geldiği yatak odasına ulaştığında Latif Bey iç çamaşırlar içinde yere yığılmış, gözleri kaymıştı. Kendinden geçmek üzereydi. Vücudu, döktüğü soğuk terden sırılsıklam olmuştu. "Hacı" diye hitap ederdi kendisine Zülbiye Hanım. 
      "Hacı!" dedi yalvarırcasına; "Elini sırtıma koy, seni banyoya götüreyim, ne olursun kendini bırakma!"
       Narin bedeni bu koca cüsseyi taşıyamazdı ki!
       Latif Bey anlamış olsa gerek ki, söyleneni yapmaya çalışarak az ötedeki lavaboya kadar birlikte adeta süründüler. Oraya kadardı. Kendinden geçmiş, bayılmıştı…
      Telaş içindeydi Zülbiye Hanım. Nasıl olmasın ki? Daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Aklına komşusunu aramak geldi hemen. Titrek parmaklarıyla adres defterini karıştırıp bulduğu numarayı çevirdi;

--- İshak Abiiii, n’olur yetişin, Hacıya bir şey oldu!
       Hacıya bir şey oldu!

       Ancak bu kadar diyebilmişti. Gerisini getiremeden ahizeyi bırakıp eşinin yanına koştu. Nefes alıp veriyor, ancak sesi çıkmıyordu. Zülbiye Hanımın gözlerinden yaşlar süzülürken, bir yandan da kuru bir havlu ile eşinin terini siliyordu.
       İshak Beyler bu civarda en yakın dostları, güvenilir komşularıydı. Durumun ciddiyetini anlamıştı.
       Kapıdan çıkar çıkmaz hemen bahçede çalışan oğluna seslendi;

---- Keriiim... Kerim!
      Koş oğlum. Latif amcan fenalaşmış. Acele gitmemiz gerek.

       Kerim üzerindeki tulumunu değiştirmeden arabaya yöneldiğinde İshak Bey arabaya binmişti bile.
       Zülbiye Hanım yerde hareketsiz yatan eşinin üşümemesi için giyindirmeye çalışmış, başaramayınca da üzerini bir battaniye ile örtmüştü. Dizleri üzerinde, terini silmeye devam ederken, bir yandan da -belki duyar ümidiyle- teselli etmeye çalışıyordu. Kendisini ilk kez bu kadar yalnız ve çaresiz hissediyordu…
       İshak Bey, eve gelirken ilk yardımı aramış, bu arada Latif Beyin Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı büyük oğlu İbrahim Beyi de durumdan haberdar etmişti. Ambulansın sireni acı acı çalarak yaklaşırken İshak Beyler de eve ulaşmıştı.
       Zülbiye Hanım o telaş içinde ne yaptığını, ne yapması gerektiğini bilecek durumda değildi. İshak Bey gelenleri karşılayarak hemen Latif Beyin yanına getirdi. İlk müdahele yapılırken, bir yandan da Zülbiye Hanıma hazırlanmasını, birlikte hastaneye gideceklerini söyledi.
       Gürültüye komşular da kapıya yığılmış, endişeli bakışlarla olan biteni anlamaya çalışıyorlardı.

---- Hayırdır! Ne oldu İshak Abi?
---- Hacı amca bu sabah aniden fenalaşmış. Geldiğimde baygın haldeydi. Durumu hiç iyi görünmüyor. Hastaneye götürüyoruz.

       Latif Bey bir ara gözlerini açmış, Zülbiye Hanımın elini sımsıkı tutuyor, lakin ne konuşabiliyor, ne de söylenenlere tepki verebiliyordu.                 Acele ile tüm kapıları kapatarak en yakın hastanenin yolunu tuttular. Zülbiye Hanım eşinin başucunda sürekli dua ediyor, elini bırakmıyordu...
       Ambulans yolu yarıladığında İshak Beyin telefonu çalmaya başladı. Arayan İbrahim Beydi;

---- İshak Bey, az önce hastane yetkilileriyle görüştüm. Hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a GATA’ya götürecekler. Babamın tansiyon problemi vardı. Beyin kanaması geçirmiş olabilir.

---- Haberleri varsa mesele yok. Hiç endişe etmeyin İbrahim Bey.

Kısa bir tereddütten sonra;

---- Ben de birlikte gideceğim.

      İshak Bey oğlu Kerim’i Yalova’da bırakarak Zülbiye Hanıma refakat etti. Ambulans hastaneden içeri girer girmez süratle ilk tetkikler tamamlanmış, tahmin edildiği gibi, Latif Bey beyin kanaması teşhisi ile hemen ameliyata alınmıştı.
Bu arada İbrahim Bey kardeşi Hülya hanımı haberdar etmiş bir an önce hastaneye yetişmeye çalışıyordu. Yollar her zamankinden uzun, tükenmek bilmiyor gibiydi. 
      İbrahim Bey öğlene doğru hastaneye vardığında ter içinde kalmıştı. Önce annesinin yanına koştu. Kardeşi Hülya Hanım da oradaydı. Annesine sarılarak teselli etmeye çalıştı. Arada bir yanaklarını öpüyor, avcuna aldığı ellerini okşuyordu. Bir süre sonra doktorla görüşmek için oradan ayrıldı.
       Ameliyat henüz bitmişti. Fakat haberler hiç de iyi değildi. Anlatılanlara bakılırsa, kurtulması mucizelere kalmıştı. 
       Odasına girdiğinde bir ara gözlerini aralamış, İbrahim Beyin gözlerine sabitlenen sevgi dolu anlamlı bakışlarıyla adeta "Anneniz size emanet!" der, veda eder gibiydi. Bu, hayli çileli geçen ömründe hayata son bakışıydı. Ardından, kapanan gözleri bir daha hiç açılmayacaktı...
      Beyin kanaması, sonuçları önceden kestirilemeyen tehlikeli bir vakaydı. Dua ve sabırdan başka yapılabilecek bir şey kalmamıştı. Bir de acilen kalabilecek bir yer ayarlanması gerekiyordu tabi. 
      Hülya Hanım, hastaneye bir saat mesafede, küçük sayılabilecek bir evde ikamet ediyordu. Uzak olmasına rağmen, ne kadar süreceği belli olmayan bu sıkıntılı durumda evde kalmak, otel odasında sabahlamaktan daha iyiydi. Abisini ikna etmek zor olmamıştı...
      Her sabah yeşeren umutlar akşam yerini endişeye bırakıyordu. Babasının durumunun ciddiyeti sebebiyle, İbrahim Bey Almanya’daki kardeşlerini de gelişmelerden haberdar etmiş, gelmeleri gerekebileceğini, hazırlık yapmalarını belirtmişti. 
      Latif Beyin komada geçirdiği günlerin ardından herkesin uykusuzluktan çehreleri solmuş, yorgun ve hayli perişandılar. Aldıkları acı haber üzerine yer bulabildikleri ilk uçakla İstanbul'a gelen Metin ve Kadir beyler soluğu hastanede almışlardı. 
       Kısa süreli izinle odaya girdiklerinde Latif Beyin gözleri kapalı ve hâlâ komadaydı. Gözyaşları, hassas ruhlu Metin Beyin göz kapaklarının ardında her an hazırdı adeta. Hele de böyle bir durumda çok fazla duygulu olmaya gerek yoktu zaten. Yanağından süzülen gözyaşları kirpiklerin gam yüküne daha fazla dayanamadığını gösteriyordu. Umutla seslenmelerine cevap alamayışının hüznüyle odadan çıkarken yıkılmış gibiydi.
      O gün, annesini ve kardeşlerini evde bırakan İbrahim Bey, hastaneye girdiğinde, koridorda doktorla göz göze geldi. Doktor, hemen sağ taraftaki odasını işaretle "buyur" ederek birlikte içeri geçtiler. Hâl ve bakışlarından bir olağanüstülük sezmişti İbrahim Bey. Sebebini tahmin etmiş, lakin kabullenmek istemiyordu. Kendisine gösterilen koltuğa yığılırcasına oturduktan sonra doktor hayli üzgün bir ses tonuyla;

---- Latif amcamızı kaybettik maalesef. Başınız sağolsun.

      Eli İbrahim Beyin omuzundaydı. İşittiği cümleler beyninde yankılanıyor, başı uğulduyordu. Gözleri buğulanmış, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. 
       İkram edilen sudan iki yudum aldıktan sonra babasını son bir kez görmek istediğini belirtti. Birlikte morga giderlerken ayakta güçlükle duruyordu. Metanetli olmak zorundaydı. Ailenin sorumluluğu artık onun omuzlarındaydı.
      On dakika kadar sonra morgtan çıktığında doktor kapıda kendisini bekliyordu. Yapılması gereken işlemler konuşulduktan sonra İbrahim Bey yıkılmış vaziyette eve doğru yola koyuldu...
      Vardığında hemen yukarı çıkmamıştı. Kapının önünde bir süre dalgın dalgın gezinip durmuş, özellikle de annesine bu acı haberi nasıl vereceğini düşünüyordu. 
       Zili çaldığında kapıyı kardeşi Kadir Bey açmıştı. Bu arada Metin Bey de kapıya yönelmiş, ağabeyinin kızaran gözlerinden tutundukları son umut dalının da kırıldığını anlamıştı. Zülbiye Hanım son günlerin yorgunluğuna yenik düşmüş, yan odada uyumaktaydı.
      "Gelin!" dedi sessizce kardeşlerine. Birlikte koridorun sonundaki odaya girdiler, kapıyı kapattılar. 
       İbrahim Beyin dudakları titriyor, bir türlü söze başlayamıyordu. Bir şey söylemesine gerek de kalmamıştı zaten. Hıçkırıklar yükselmeye başladığında İbrahim Bey müdahele etme gereği duydu. Annelerinin yanında metin olmalarını, daha fazla üzülmemesi için teselli etmelerini sıkı sıkıya tembihledi. Sakinleşene kadar beklemelerini belirtip odadan çıktığında annesi ile karşılaştı. Hıçkırıklara uyanmış, durumu anlamıştı. Metanetini korumaya çalışsa da, kolay olmuyordu. Yanağından süzülen gözyaşlarını örtüsünün ucuyla siliyor, İbrahim Beye yaslanarak destek almaya çalışıyordu. Kolay değildi tabi. Yaklaşık elli senelik birliktelik nihayet bulmuş; hayatını paylaştığı, lokmasını bölüştüğü, sitemine alıştığı eşi hayata ve kendisine veda etmişti.
      Keşke basit sebeplerden olay çıkarıp kızsaydı... küsseydi yine... Naz etseydi. Gitmeseydi yeter ki...
      Son senelerini Yalova’da geçirse de, Latif Beyin vasiyeti vardı. İstanbul’da, Almanya'ya gitmeden önce ikamet ettiği Sanayi Mahallesindeki aile kabristanına defnedilmesini istemişti. Gurbetten kesin dönüş yaptığında yaşamına yine burada devam etmeyi denemiş, başaramamıştı. Zira, aradan geçen o uzun seneler içinde çok şey gibi, muhiti de değişmişti. Bunda yadırganacak bir durum da yoktu aslında. Ama, gördüğü manzara, umduğunun ötesinde şaşırtıcı, ondan da öte; üzücüydü.
      "Vatanım" dediği topraklar… İnsanlar… Komşular...
       Giderken bıraktığı o sessiz, sakin muhit seneler içinde sürekli göç almış, gürültü had safhaya ulaşmıştı. Gecekonduların yerinde on-on iki katlı binalar, az ötesinde gökdelenler, Avrupai markaların şubeleri vardı. "Var"ların çok olduğu sevgili semtinde, yokluğunu hissettiği ne varsa içini sızlatmıştı;
       Dostluklar… Komşuluklar… Samimiyet… Huzur.
       Hele de kadim dostları! 
       Ne, -muziplik olsun diye- kuruması için asılı halısını balkondan alıp gizleyen İnegöl’lü Keresteci Mahmut vardı artık, ne de kıtlık ve karaborsanın hüküm sürdüğü senelerde geride bıraktığı ailesine büyük boy yağları, kesme şekeri, Aygaz tüpü tedarik eden bakkal Salih Efendi.
      Çoroş Niyazi… Gudu Bayram… Pala Memmed... Daha niceleri.
      Kimi, bozulan düzene dayanamayıp çekip gitmiş, çoğu da rahmetli olmuştu. Latif Bey de Yalova’ya o yüzden gitmemiş miydi zaten... Dönmemek üzere... Kaçarcasına!
      Metin Bey, öğleyi müteakip musallaya doğru yaklaşırken uzun zamandır göremediği, görüşemediği akraba ve dostları da cenaze namazı için saf tutmuştu. Kılınan namazın ardından Latif Beyin naaşı akraba ve çocuklarının omuzlarında mezara taşınırken yağmur da şiddetini artırmıştı.
       Defin işlemi tamamlanmış -bir kişi hariç- herkes dağılmıştı. Metin Bey yağan yağmurun, ıslanan toprağın farkında bile değildi. Dizlerinin üzerine çökmüş, başı önüne eğilmişti. Ayrılık zor geliyordu. 
       Bir süre sonra geri dönen İbrahim Bey ayağa kaldırdığı kardeşinin koluna girerek birlikte araca doğru ilerlediler...
       Yalova'ya vardıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Aradan geçen günler içinde biriken yapraklar, yolu bu binanın önünden geçen tüm tanıdıklara, henüz haberdar olmasalar bile, olağanüstü bir durumu fısıldar gibiydi. 
       Bahçe kapısından içeri girerlerken Metin Beyin gözü babasının her sabah el uzattığı emektar süpürgesine takılmıştı. 
       Bir süpürgenin ağladığını bir tek o farketmişti...


***
( Latif Bey başlıklı yazı Mecit Aktürk tarafından 27.05.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu