Aşk Hakkında Kişisel

İnsan gençken oldukça cahil olabiliyor. Burada cahil kelimesini elbette hakaret olarak kullanmıyorum. Sözlük anlamı olan “herhangi bir konuda yeterli bilgisi olmayan kimse” anlamında kullanıyorum. İnsan gençken karşılaştığı herhangi bir konuda bilgisi olmasa bile çevresindeki eğilimler çerçevesinde sanki bilgisi varmış gibi hareket edebiliyor. Bu durumla ilgili birçok örnek verebilirim elbette. Ancak ben tek bir konu üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. O konu da sevgi, aşk ya da iki insan arasındaki birliktelik şeklinde isimlendirilebilir. Elbette yazdıklarımın ya da yazacaklarımın hepsi öznel nitelik taşıyor. 

Kırık dökük çocukluk yılları içerisinde doğa yasalarının bir gereği olarak zaman içinde fiziksel ve zihinsel olarak değişiyor, gelişiyor ve büyüyor insan. Yani doğa yasaları herkes için aynı ayarda işliyor, insan yapımı yasalar gibi kişiye özgü olarak farklılaşmıyor. Doğan insan ağzında altın kaşıkla doğmuş olsa da yoksul ve çarpık bir aile de doğmuş olsa da zamanla hem fiziksel hem de zihinsel olarak bir gelişimin içerisinde bulunuyor. Bebekken çocuk oluyor, çocukken genç oluyor, gençken yetişkin oluyor. İşte bu merhalelerden geçerken aşk ya da sevgi hakkında hiçbir bilgisi olmasa bile sırf içinde yaşadığı toplumda akranları birtakım ilişkiler yaşadıkları için kişi de bir şeyler yaşaması gerektiğine inanıyor. Yani kadın nedir, erkek nedir, aşk nedir, sevgi nedir, birliktelik nedir diye sormadan; bu soruların cevaplarını bilmeden, düşünmeden ve hissetmeden tabiri caizse bodoslama ilişkilerin içinde buluyor kendini. Mesela ben hala erkek ve kadın arasındaki çekimi anlayabilmiş ve anlamlandırabilmiş değilim. 

Efsaneleşmiş, destanlaşmış Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı gibi aşk hikayelerindeki çekim gücünü de anlayamıyorum, anlamlandıramıyorum. Bir insan bir başka insan için tüm ömrünü feda edebilir mi? Bu iş nasıl bir motivasyona dayanmaktadır? Yani Ferhat Leyla ’sız bir hayat geçiremez miydi? Lale adında bir başka kadınla yeni bir hayat kuramaz mıydı? İnsanın ömür dediği ne kadardır ki zaten? Kadın erkek arasındaki çekim ve birliktelik fiziksel olarak hormonların ve zihinsel olarak içgüdülerin eseri değil midir? Bir erkek bir kadına ya da bir kadın bir erkeğe neden ve nasıl âşık olur? Bu aşkın bir son kullanma tarihi yok mudur? Bu kadar soru fazla oldu sanırım. 

Her insan bu dünyanın bir parçasıdır. Yani bizler bu dünyanın sahip olduğu atomlardan müteşekkiliz. Bir başka gezegenden gelmiş değiliz, bir anda ortaya çıkmış değiliz. Herhangi bir bitki ya da herhangi bir hayvan nasıl tüm atomları, tüm hücreleriyle bu gezegenin bir parçasıysa biz insanlarda tüm atomlarımız ve tüm hücrelerimizle bu gezegenin bir parçasıyız. Tek hücreli bir canlıdan tutun da milyarlarca canlıdan müteşekkil bir canlıya kadar doğa yasaları hepimiz için aynı. Bu yüzden aşk dediğimiz şeyin de aslında doğanın bir uzantısı, bir işleyiş biçimi olduğunu düşünüyorum. İnsan, kendisini diğer canlılardan ayıran bilinç nedeniyle duygularını mistik bir yere koymak istiyor olabilir. Oysa doğada her şeyin bir nedeni ve işlevi vardır. Yağmur yağar çünkü su buharlaşır, kuşlar uçar çünkü kanatları vardır, insanlar sever çünkü belki de türünü devam ettirme güdüsüne sahiplerdir. Ama işte tam da burada karışıklık başlıyor. Çünkü insan, sevme güdüsünün üzerine anlam bindiriyor. Bazen bu anlam, yaşama tutunma çabası oluyor; bazen bir boşluğu doldurma isteği. Bazen ise sadece yalnız kalmaktan duyulan korkunun romantik bir ambalaja sarılmış hali.

Ben de gençken, birine karşı duyduğum çekimi “aşk” sandım. Çünkü herkes öyle yapıyordu. “Kalbinin çarpması” gerekiyordu, birini düşününce midenin bulantıya yakın bir huzursuzlukla karışık kelebeklenmesi gerekiyordu. Bunlar öğretilmiş semptomlardı, biz de bu semptomlara uygun hastalıklar uydurduk kendimize. Sonra zaman geçince anladım ki, o kalp çarpıntısı dediğimiz şey bazen yalnızca anksiyete, bazen sadece alışkanlığın sarsılmasından doğan bir tepkiden ibaretti. Bu yüzden aşkın nesnel bir tanımı olmadığına inanıyorum. Belki de aşk, bir insanın kendi içinde yarattığı bir yanılsamadan ibaret. Bir başkasını değil, aslında kendi içimizdeki boşlukları, arzuları, korkuları seviyoruz. Bazen bu ihtiyaçları birine yansıtıyor, ona yüklediğimiz anlamlarla sanki o kişi olmadan eksik kalacağımıza inanıyoruz. Oysa belki de o kişi gitse, bir süre sonra o anlamı başka birine yükleyeceğiz. Çünkü mesele o kişi değil; mesele biziz. Eksiklik duygusu bizde, tamamlanma arzusu bizde. Aşka yüklenen yüce anlamlar, belki de sadece doğanın basit bir oyununu karmaşıklaştırma çabamızdan ibaret.

Hayat zaten başlı başına karmaşık ve yorucu bir serüven. Doğuyorsun, büyüyorsun, öğreniyorsun, yaralanıyorsun, iyileşiyorsun, seziyorsun ve yine başa dönüyorsun. Bu döngü içinde aşk, bazen bir teselli, bazen bir sığınak, bazen bir illüzyon. Ama ne olursa olsun, aşkın değişmeyen tek tarafı onun gelip geçici oluşu. Her şey gibi. En büyük aşklar bile zamanın dişlileri arasında yıpranıyor. Çünkü aşk dediğimiz şey de zaman gibi akışkan ve değişken bir yapıya sahip. Hiçbir duygu sabit kalmaz. Sevgi de değişir, tutku da azalır, hayranlık da kırılır. Belki de bu yüzden aşkı destanlaştırmak, aşka mistik yükler yüklemek yerine, onu sıradanlaştırmak gerek. Belki aşkı, bir insanın diğerine duyduğu olağan bir yakınlık biçimi olarak görmeliyiz. Birlikte yemek yiyebilmek, aynı şarkıya eşlik edebilmek, aynı anda aynı şeylere gülebilmek. Bunlar belki de “büyük aşk” diye adlandırdığımız şeyin küçük ama gerçek parçalarıdır.

Evet, her insan bu dünyanın bir parçasıysa, aşk da bu dünyanın bir parçasıdır. Ne eksik ne fazla. Ne ilahi ne de lanetli. Sadece bir hal. Bir ruh durumu. Bir geçiş. Doğanın bizdeki yankısıdır belki de. Bu yüzden aşk, yalnızca bir geçiş hali olduğu için bu kadar çok konuşuluyor, bu kadar çok yazılıyor, bu kadar çok kutsanıyor. İnsan zihni, geçici olanı kalıcı hale getirme çabasında. Çünkü biz faniliğe tahammül edemiyoruz. Aşkın gelip geçici olması fikri, bizi bir tür yoklukla yüzleştiriyor. Bu yüzden onu yüceltiyoruz, şiirlere, şarkılara, romanlara sığdırıyoruz. Oysa aşk belki de hiçbir zaman o kadar derin olmadı. Sadece biz, derinliğe olan açlığımızı aşkın içine sığdırdık. Kendimizi anlamaya çalışırken bir başkasında kendimizi bulmaya çalıştık. Ama her defasında, bulduğumuz kişi yine kendimizdik.

İnsan her ne kadar toplumlar içinde yaşasa da doğası gereği temelde yalnız bir varlık. Doğaya karşı, ölüme karşı, bilinmezliğe karşı tek başına. Belki de aşk, bu yalnızlığa açılmış bir parantez. İçinde bir başkası var gibi görünen ama aslında yine kendimizi seyrettiğimiz bir pencere. Başkalarına sarılarak kendimize tutunmaya çalışıyoruz. Çünkü var olmak tek başına çok ağır. Çünkü bilmek yani bir gün öleceğini bilmek insanın zihninde derin bir yara açıyor. Aşk ise bazen sadece bu yarayı unutma biçimi. Bir tür morfin gibi. Bilinci geçici olarak uyuşturan bir duygu. Aklın alamadığı o sonsuz hiçlik fikrine karşı duyuların geliştirdiği bir karşılık. Ama hiçbir morfin sonsuza kadar etki etmez. Aşk da zamanla etkisini yitirir. İnsan yine kendisiyle baş başa kalır. Aynadaki o tanıdık ama yabancı yüzle. Kim olduğunu, neden burada olduğunu, neden sevdiğini ya da neden artık sevmediğini bilmeden. Ve işte o noktada başlar gerçek sorgulama. Yani “aşk nedir?” sorusu değil, “ben kimim?” sorusu. “Ben neyi eksik hissediyorum da başka birinde tamamlamaya çalışıyorum?” sorusu. Çünkü insan, aşkı da, inancı da, bağlılığı da, sadakati de en çok kendine duymaz. Hep başkasında arar. Oysa bu dışa dönüklük, belki de içe dönük bir boşluğun maskesidir.

Esasında doğa basittir. Ne yapıyorsa, neden yaptığını bilir. Güneş doğar çünkü doğması gerekir. Nehir akar çünkü eğim vardır. Bitki büyür çünkü ışık vardır. Ama insan karmaşıktır. Çünkü bilinci vardır. Çünkü bir neden arar. Bu neden arayışı, onu basit gerçeklerden uzaklaştırır. Bir çiçek, neden güneşe döndüğünü sorgulamaz. Ama insan, neden sevdiğini sorgular. O sorgu başladığında, artık sevgi basit bir içgüdü olmaktan çıkar. Anlam yüklenmiş bir deneyime dönüşür. Anlam yüklenen her şey gibi, zamanla yorulur, kırılır, değişir. Bu yüzden aşk, belki de sadece bir varoluş biçimi değil; aynı zamanda bir kaçış biçimi. Kendinden, hiçlikten, ölümlülükten kaçış. Ama hiçbir kaçış sonsuz değildir. İnsan her zaman geri döner. Kendi içine. Kendi karmaşasına. Belki de bu yüzden aşk, asla tam olarak tatmin etmez. Hep eksik bir şey kalır geride. Çünkü bir başkası, senin içindeki boşluğu tam olarak bilemez, ölçemez, dolduramaz. Her birliktelik, bir yere kadar iki yalnızın birbirine sokulmasıdır. Daha fazlası değil. Bu fark ediş, insanda bir tür sükûnet yaratır. Aşkı yüceltmenin, ona metafizik anlamlar yüklemenin, onu ulaşılmaz bir ideal haline getirmenin ne kadar boş olduğunu fark eder insan. Aşk, tıpkı uykusuzluk gibi bir haldir. Bazen yoğun, bazen yıpratıcı, bazen de sadece geçici bir dengesizlik. Ama sonuçta geçer. Her şey gibi. Geçtikten sonra, geride kalan sadece insanın kendisi olur. Düşünceleri, anıları, hataları ve öğrendikleri ile birlikte.

Aşkı tüm bu tanımlamalardan arındırıp, ona en sade haliyle bakmalıyız: Bir insanın, başka bir insanla kısa süreliğine aynı boşluğu paylaşma çabası. Aynı boşluğa düşüp de birbirine tutunarak düşme deneyimi. Bazen de yere çakılmadan önce havada birkaç saniyeliğine birlikte süzülme hali. O kısa an, ne kadar gerçek bilmiyorum. Ama bazen yalnızca o an için bile yaşamaya değer gibi geliyor. Çünkü doğa da böyle değil mi zaten? Yaşamın anlamı bir çiçeğin bir günlüğüne açmasında, bir yıldızın bir saniyeliğine parlamasında gizli değil mi?

Aşk da belki yalnızca o parıltı. Geriye kalan her şey, biz insanların ona yüklediği yüktür.

( Aşk Hakkında Kişisel başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 25.07.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu