“Acılarımız ve kafiyelerimiz var,
İşte hepsi bu kadar…”
Doğum ve ölüm arasındaki o kısa yol; kimi insana yokuş, kimi insana engebe, kimi insana taşlı çakıllı bir çöl. Elbette bu kısa yol huzur ve refah içerisinde tamamlayanlar da var. Zira dünya adil bir yer değil. Sanırım insanlık var olduğundan beri de hiç adil bir yer olmadı. Öve öve yere göğe sığdıramadığımız 21. asırda bile dünya hala vahşi, adaletsiz, tekinsiz bir yer. Uzaya araştırma cihazları, ekipmanları gönderiyoruz; kuşlar gibi gökyüzünde uçabiliyoruz, balıklar gibi denizlerde yüzebiliyoruz; artık eskiden olduğu gibi genç yaşta ölmüyoruz ama huzurlu, barış içinde, adil bir şekilde yaşayamıyoruz da. Yani hala ilkeliz, hala vahşiyiz. Savaşlarda, çatışmalarda birbirimizi öldürüyoruz. Kendimizi evrenin hâkimi alarak görüp önümüze çıkan her ne varsa yok edebiliyoruz. Ekonomik sistemlerimiz, yasalarımız korkunç derecede vahşi. Dünya nimetlerini birkaç kişi elinde tutarken milyarlarca kişi açlık ve yoksulluk içinde kıvranabiliyor. Bu durumu doğal bulabilecek kadar vahşiyiz. İnsana insan olduğu için, canlılara canlı oldukları için değer veremeyecek kadar aciziz. İnsanız ve gelişmemiz gerekiyor. Ama biz insanlar gelişmek şöyle dursun geriliyoruz, vahşileşiyoruz. Birbirimizi yok etmek istiyoruz.
Tarih sayfalarında savaşlar, çatışmalar, katliamlar, soykırımlar, toplu yok etmeler gördüğümüzde o zamanın insanlarının gelişmemiş vahşiler olduğunu kanısına varırız. İnsanın insanı köleleştirmesi, güçlünün güçsüzü ezmesi ve yok etmesi bize korkunç gelse de bizler o korkunçluğun yaşandığı dönemde insanların ilkel ve vahşi insanlar olduklarına inanırız. Yani böyle inandırırız kendimizi. Peki, yaşadığımız ve modern olduğuna inandığımız bu çağda insan gerçekten gelişmiş bir varlık mı? Öyle ki çoğu zaman çağımızda daha korkunç vahşilikler yaşanmıyor mu?
Tarih sayfalarında insanın insanı köleleştirmesi mevcuttu. Köle bir insan mal olarak görülüyor ve çocukları da köle oluyordu. Peki, şimdi kölelik yok mu dünyada? Ekonomik sistemler ve yasalar bizleri köle yapmıyorlar mı? Özellikle özel mülkiyet ve miras hukuku dünya nimetlerini nesilden nesile aktarırken yoksul bir insanın yoksulluğu da nesilden nesile aktarılmıyor mu? İnsanlar karınlarını doyurmak ve barınmak için tüm ömürlerini çalışarak geçirmiyorlar mı? Bu durumun geçmişteki kölelikten ne farkı var? Hatta daha ağır koşullar mevcut değil mi çağımızda? Milyarlarca insan açlık ve yoksulluk içinde yaşam mücadelesi verirken belli bir azınlık tüm dünya nimetlerini umarsızca talan etmiyorlar mı? Üstelik buna da modernlik deyip ahmakça yasalarla korumuyorlar mı? Şimdi bu koşullar altında 21. Yüzyıl insanı daha mı modern oluyor yoksa daha mı ilkel? Teknolojiyi köleleştirmek için kullanmak modernlik mi oluyor? Organ ticaretinde yoksulların bedenlerini yağmalamak, önce insanları ekonomik sitemler ve yasalarla yoksul bırakıp sonra onlardan faydalanmak modernlik mi oluyor?
Kuşkusuz savaşlar hep vardı. İnsanlar her zaman birbirleriyle savaştılar. Ancak savaşlar çağımızdaki kadar hiçbir zaman alçalmadı ve alçakça olmadı. Kitlesel imha silahları, nükleer silahlar, biyolojik silahlar ile soykırım halinde yok edilen insanlar. Ekonomik yaptırımlar ve ambargolarla aç bırakılan milyonlar. Savaş bile adil değil. Karşıdaki insana kendini savunma hakkı bile verilmiyor. Güç sahipleri karşıdaki insanları insan ya da canlı olarak görmüyorlar. Bu mu modernlik, bu mu gelişmişlik? Yapay zekayı bulduk öyle mi? Peki, insanlığımızı ne ara kaybettik?
Şirketler para kazanmak için insanları önce hasta edip sonra ilaç satıyorlar. Bunu yalnızca ve yalnızca kâr amacıyla yapıyorlar. İnsanlara insan olarak değil meta olarak bakıyorlar. Devletler ve hükümetler de buna göz yumuyor. İşte 21. Yüzyılın modernlik anlayışı tam olarak budur. Şimdi biz mi gelişmiş oluyoruz? Atalarımızdan daha ilkel ve daha vahşi bir yapıya sahip olmuş olmuyor muyuz?
İnsanlık büyük laflar etmeyi seviyor. Demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük. Ne kadar da güzel kelimeler değil mi? Fakat ne acıdır ki bu kavramlar sadece kitapların tozlu sayfalarında, kürsü konuşmalarında, uluslararası anlaşma metinlerinde yaşıyor. Gerçek hayatta ise bu kavramlar ya satın alınabilir ayrıcalıklara ya da sadece güçlülerin uyguladığı iki yüzlü ilkelere dönüşüyor. Yani adalet yalnızca parası olan için, özgürlük yalnızca güçlü olan için, eşitlik ise yalnızca bir yalan olarak varlığını sürdürüyor. Biz bu çarpık düzene katlanıyoruz. Daha kötüsü, bu düzeni normalleştiriyoruz. Bir çocuk Afrika’da açlıktan ölürken başka bir yerde bir şirketin hisseleri rekor kırıyor. Bir insan barınacak yer bulamazken, başka biri otuz odalı malikanesinin hangi odasında kalacağına karar veremiyor. Biz tüm bunlara sadece bakıyoruz. Belki üzülüyoruz. Belki birkaç cümle kuruyoruz. Ama sonra yine devam ediyoruz. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sanki insan olmak bu kadar yüzeysel, bu kadar duyarsız bir şeymiş gibi. Çünkü bize susmamız öğretildi. Öğütlendi. Dayatıldı. Çünkü konuşmanın riskli, sormanın tehlikeli, sorgulamanın isyan sayıldığı bir düzende büyüdük. Eğitim sistemleri bu yüzden icat edildi. Daha küçük bir çocukken insanlar yasaları sorgulamaması için eğitilmeye başlandı.
Herkesin kendi derdine düştüğü bir çağda, ortak acılar bile lüks hâline geldi. Empati, yalnızca filmlerde gördüğümüz bir duyguya dönüştü. Komşumuzun derdiyle dertlenmek, bir yabancının acısını kendi acımız gibi hissetmek artık sadece romantik birer nostalji kırıntısı. Artık sadece makineler değil, duygularımız da otomatikleşti. Bir haber bülteninde ölü çocuklar görüyoruz; ardından televizyon dizisine geçiyoruz. Bir yanda savaşta parçalanan bedenler, diğer yanda şampanya patlatılan kutlamalar. İşte çağımız bu: Çelişkilerle dolu, tutarsız ve vicdansız bir zaman.
İnsan, kendine yakışmayan bir medeniyet kurdu. Betondan ormanlar, camdan kuleler, dijital dünyalar inşa etti ama içine merhameti, adaleti, ahlakı koyamadı. O yüzden de yükselen her bina, düşen her insana sessiz kalıyor. O yüzden de çağdaşlık dediğimiz şey, aslında büyük bir kandırmaca hâline geliyor. Bir vitrinden ibaret. Arkası karanlık, tozlu, çürümüş bir vitrin. Yani evet, teknolojimiz var ama insanlığımız yok. Bilgimiz var ama bilincimiz yok. Gücümüz var ama vicdanımız yok. Peki şimdi, böyle bir çağda yaşarken, gelişmişlikten söz etmek ne kadar anlamlı?
Yoksa biz, yalnızca acılarımızı ve kafiyelerimizi mi büyütüyoruz?
(Şiir : Yılmaz ERDOĞAN)
(
Kafiyeler Kadar Acı Acılar Kadar Gerçek başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
8.08.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.