Esasında yazmak
istiyorum hem de coşkun seller gibi. Zihnimde ne var ne yoksa hepsini dökmek
istiyorum harfler vasıtasıyla hecelere, kelimelere, cümlelere ve paragraflarla.
Kafam ve zihnimin oldukça dolu olduğunu da biliyorum. Ancak ne zaman otursam
klavyenin başına tutulup kalıyorum. Nereden başlayacağımı kestiremiyorum. Bazen
yanlış yerlerden başlayıp devam edemiyorum. Elbette bu işte süreklilik çok önemli
bunu biliyorum. Yazmak işinin basit bir iş olmadığının da elbette ki farkındayım.
Öyle ki oldukça ciddi ve önemli bir iş. Yazmak işini küçümsemek başlı başına
bir ahmaklık olur. Zira bahsettiğim gibi yazmak başlı başına bir iştir. Bir
anlatma biçimidir. Bir iletişim biçimidir. Nasıl konuşmak bir kendini ifade
etme biçimiyse yazmak da aynı nispette farklı argümanları olan bir kendini ifade
etme biçimidir. Nasıl ki konuşmanın uzmanları, hatipleri varsa yazmanın da
ustaları vardır. Öncelikle konuşmada da yazmada da ustalık doğuştan gelen bir
yeteneğe dayanır. Ancak bundan sonrası tamamen çalışmaya ve emeğe
dayanmaktadır. Nasıl insan her aklına geleni konuştuğunda iyi bir konuşmacı
olmaz ise aynı şekilde insan her aklına geleni yazdığında da iyi bir yazar
olamaz.
Her yazın türünün kendine
özgü bir üslubu ve disiplini vardır. Roman, hikâye, öykü, makale, biyografi, senaryo,
deneme, şiir farklı farklı yazın türleridir ve hiçbiri diğerine benzemez. Bir
yazar elbette birkaç yazın türünde yazılar yazabilir. Ama “her şeyi yapmaya
niyetlenen hiçbir şey yapamaz.” sözünde de değinildiği gibi bu yazın
türlerinden birinde uzmanlaşmak gerekmektedir. Bazıları çok iyi şiir yazar, bazıları çok iyi
öykü yazar, bazıları ise roman yazma hususunda oldukça iyidir. Yazar adayı
hangi konuda yetenekliyse o yazın türünde ilerlemesi daha doğru olacaktır.
Peki, bir yazın türünde yetenekli olduğuna inanan bir yazar ya da yazar adayı
için ölçüt nedir? Elbette ki konuşma türünde nasıl ki ölçüt dinleyici beğenileriyse,
yazmak işinde de ölçüt kuşkusuz okuyuculardır. Bir yazar adayı çok iyi öyküler
yazdığına inanabilir. Hatta bu iş için kitaplar okumuş olabilir, eğitim almış
olabilir. Bu konudaki her işi kurallarına ve işin iç disiplinine uygun olarak
da yapmış olabilir. Ancak okuyucudan geri dönüş alamamışsa, yazdıkları
okunmamışsa o zaman yazma işini ne kadar kitabına göre yapmış olursa olsun gerçek
manada başarılı sayılmış olmaz. Bu durumda da yazar adayı şu ikileme düşer;
zihnimdeki oluşan imgeleri mi yazmalıyım yoksa okurların beğenecekleri imgeleri
mi zihnimde oluşturup yazmalıyım? Burada karar yalnızca ve yalnızca yazar
adayının fikrine ve bağlı olduğu koşullara bağlıdır elbette. Yazar adayı
öncelikle şuna karar vermelidir; çok okunan bir yazar olarak ünlü olmak ve bu
işten para kazanmak mı istiyorum yoksa yalnızca okurların beğenilerini
önemsemeden zihnimdekileri diğer insanlarla paylaşmak için mi yazıyorum? Adam
gelen misafire sormuş;” Çay mı yapayım, kahve mi yapayım?” diye ve misafir de
cevap vermiş; “Senin baban ikisini de yapardı.” Benim şahsi kanaatim illaki bir
tercih yapmak zorunda da değildir yazar ya da yazar adayı.
Kendimi bir yazar
olarak tanımlayamam elbette. Böyle bir tanımlama başlı başına bir hadsizlik olur.
Çünkü her ne kadar elim kalem tutsa da henüz kendimi ispatlamış birisi değilim
bu konuda. Bir yazar adayı olarak ben neden yazıyorum? Bu sorunun birden çok
cevabı var benim için. Öncelikle konuşamadığım için yazıyorum. Kimi insan konuşurken
iyidir. Ama ben konuşurken hiç iyi değilimdir. Yani şöyle ki en son
söyleyeceğimi ilk başta söylerim, duygularıma hâkim olamam, jest ve mimiklerimi
iyi kullanamam, konuşmanın odak noktasını kaçırırım çoğu zaman ve en kötüsü de
ne diyeceğimi çoğu zaman unutarak derdimi bir türlü anlatamam. Ama yazarken
bunların hiç birisini yaşamam. Yazma işinde doğru kelimeleri bulurum, ne
diyeceğimi unutmam, duygularıma hâkim olabilirim, ses tonumu ayarlamak gibi bir
derdim de yoktur üstelik. Bu yüzden yazmak her zaman konuşmaktan önceki
tercihim olmuştur kendimi ifade etmek istediğimde. İkinci sebebim ise hiç
kuşkusuz duyduğum şu sözdür; “Söz uçar yazı kalır.” Bu sözü ilk kez lise
yıllarımda duymuştum sanırım ve duyar duymaz etkilenmiştim. Sözlerimiz bizim
gibi geçicidir ama yazılar yüzyıllara meydan okuyabilir. Yani ben burada varsam
benim sözlerimde burada var ben eğer konuşmayı tercih edersem. Ama yazarsam ben
burada yokken bile benim düşüncelerimi okuyabilir insanlar. Bu bana oldukça
mucizevi görünmüştü o zamanlar. Hala da mucizevi bulurum bu durumu. Yani
yüzlerce yıl önce yaşamış bir medeniyeti yazdıkları kil tabletlerle
okuyabiliyoruz. Nasıl yaşadıklarını, nasıl kuralları olduklarını, neye
inandıklarını, ne için savaştıklarını bu kil tabletlerdeki çivi yazılarından
anlayabiliyoruz. Bir tür zaman yolculuğu gibi. Yazmamın bir nedeni de işte bu
kalıcılık meselesidir. Yani ben öldükten sonra birileri bu yazdıklarımı
okurlarsa onlarla da konuşmuş olmaz mıyım? Bundan beş yüzyıl sonra bir
okuyucuya seslenebilmek. Ne kadar da çılgınca geliyor kulağa öyle değil mi? Platon,
Aristoteles, Montaigne ve daha birçok yazar yıllar önce ölmüş olmalarına rağmen
yazdıklarını okuyoruz. Sanki yanıbaşımızdaymış gibi onları dinliyoruz aslında. Bunların
dışında elbette ve elbette ki; “Marifet iltifata tabidir.” Her insan beğenilmek
ister, taktir edilmek ister, yaptığı işin övülmesini ister. Her insan ortaya
belli bir çaba sonucunda ortaya koyduğu eserinin yüceltilmesini ister. Bende bir
insan olduğum için bende bunu isterim. Beğenilmek ve taktir edilmek için
yazarım.
Şahsi kanaatim eli
kalem tutan her insanın yazması gerektiğidir. Yani edebi bir değeri olsun ya da
olmasın. En azından sıkışan ruhunu rahatlatmak için yazmak, başından geçenleri
anlatmak. Tarihe kendince notlar düşmek. Kim bilir ölümlü bedenlerimizden
geriye belki bu yazınlar kalır. İllaki roman yazmaya da gerek yoktur bunun
için. Belki ustalaşmaya da gerek yoktur. Ama her işinde bir ustası vardır ve
olmalıdır.