Şimdiki aklım olsaydı, elbette bazılarını yapmazdım. Ama demek ki yaşanması gerekiyormuş, yaşandı. O günlere yeniden geri dönme şansım olsaydı, amcamın bana hediye ettiği tahta arabamın tekerleklerini mutlaka değiştirirdim. Çünkü tekerlekler tahtadan olduğu için hem yavaş gidiyordu hem de ıslandığında çatlayıp çabucak kırılıyordu.

Ailemizden gizli top oynamaya kaçar, terli terli soğuk su içer ve haftalarca süren öksürük nöbetleriyle kıvranırdık.
Evimizin yanındaki çeşmenin ayağında küçük bir ark vardı. Öğle saatlerinde oradan kurbağa sesleri yükselirdi. Biz de koşa koşa taşlamaya giderdik; ama benim nişancılığım pek kötüydü. Sapanım olsa bile bir kuş vurmayı hiç başaramadım.

Yol kenarlarında sigara izmaritlerini toplar, kendimizce “ziyafet” çekerdik. İzmaritlerden kimin zengin, kimin fakir olduğunu ayırt eder; uzun izmarit atanların izinde hep aynı mıntıkada dolaşırdık.

Şapkalı, takkeli ya da sakallı amcaları görünce hepsini “hoca” sanır, ellerini öpmek için yarışırdık. Kimisi yanaklarımızı okşayıp dua eder, kimisi de cebimize üç beş kuruş harçlık sıkıştırırdı.

Kavgalar oyunlarımızın tuzu biberi gibiydi. Ya ağlayarak eve dönerdik ya da söve söve. Fakat ailelerimiz hiçbir şekilde müdahale etmezdi. Demek ki kendi aramızda halletmeyi öğrenmemizi istiyorlardı. Ertesi günse sanki hiçbir şey olmamış gibi can ciğer arkadaş olup akşama kadar birlikte oynardık.

Anne-babamızdan, öğretmenimizden veya mahalledeki birilerinden mutlaka çekinirdik. “Sünnetçi geliyor, dişçi geliyor, iğneci geliyor!” sözünü duyduğumuz anda kaçacak delik arardık.

Mahallede yaşça büyük ablalarımız vardı. Bazen “Ben seni seviyorum, sana varacağım” derlerdi. Günlerce onları düşünür, kimseye kaptırmamak için içten içe kıskanırdık.

Yaşlı dedelerimizin bastonlarını, ninelerimizin gözlüklerini saklar, kızdırırdık. Onlar kızar gibi yapar ama kısa süre sonra gülümseyerek yine yanımıza gelirlerdi.

Pazar ve çarşamba günleri evde temizlik yapılırdı. O günler bizim için adeta “sokağa çıkma yasağı” gibiydi. Çünkü annemiz bizi tertemiz, pırıl pırıl okula göndermeyi aile şerefi sayardı.

Çorabımızda, atletimizde ya da tişörtümüzde küçük bir sökük gördüğümüzde onu inadına iyice açar, sonra da azar işitirdik.

“Olacak O Kadar” ve “İnce İnce Yasemince” skeçlerini izler, ertesi gün sınıfta arkadaşlarımıza taklitlerini yapardık.

En büyük hayallerimiz öğretmen, polis, doktor ya da subay olmaktı. Başka meslek sanki yokmuş gibi…

Ama oyunlarımız bambaşkaydı: saklambaç, istop, körebe, birdirbir, uzun eşek, misket ve gazoz kapağı biriktirme… Oyun oynarken saatler su gibi akıp geçer, ancak annemizin “Hadi eve!” sesiyle oyunu yarıda bırakırdık.

Bayram sabahları ise apayrı bir heyecandı. Yeni ayakkabılarımızı yastığımızın altına koyar, sabah erkenden kalkıp mahalle mahalle dolaşarak şeker toplardık. Horoz şeker, pamuk helva, misket limon gibi küçük mutluluklar bizim için dünyanın en büyük hazinesiydi.

Televizyonun tek kanallı günlerinde “Susam Sokağı”, “Bizimkiler” ve “Kaynanalar” gibi diziler ailece izlenirdi. O günlerde ekranın karşısında kurulan küçücük mutluluklarımız, bugünün büyük dünyasından çok daha anlamlıydı.

( Çocukluk İşleri başlıklı yazı berberce tarafından 19.08.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu