Nevriye Teyze’nin Alamanya’ya Mektubu


Onlar dilsizdirler oğlum
Sevmeyi de özür dilemeyi de beceremezler. 
Böyledir eski adamlar. 
Sevgiyi tanısam da 
bilmem hangi kelimelerle söylendiğini,
duymadım hiç. 

Çocukluğunda, 
ne zaman babanın hoşuna gitmeyen bir şey istesen 
önce olmaz der, 
kimde görülmüş der, 
ama kıyamaz isteğini yerine getirirdi. 
Bu sefer olmadı. 
Onun elinden tutarak ilk adımlarını attığın 
‘hayat’ta sıkıntılı bir yüzle dolandın durdun. 

Kapıya yaklaşıp, aç kapıyı baba, dedin 
kaç defa. 
Ne yaptınsa da sesini duyuramadın bir duvar ötesine. 
Duymadı, dinlemedi, anlamadı. 
Şehirler, memleketler aşıp geldiğin yolun 
paslanmış bir sürgüyle kilitlenen 
eski bir kapının önünde 
sonlanmasının kırılmışlığı yüzüne yansıyordu. 
Nihayet tahta kapının aralığından 
duyulan o sözün, babaaa…
yakıp yıktı bir çöl rüzgârı gibi her şeyi.
 
Toprakta hatıralar da bitermiş oğlum. 
Babanla güzün alacağımız hasadın 
umudunu toprağa ekerken 
sen bir uç uç böceğinin peşine düşer, 
bazen elma ağacına konan sığırcıkların seslerini 
taklit etmeye çalışır
bazen de koca bir yaprağı taşıyan karıncanın peşinden 
hayretle giderdin. 

İki büklüm belimizi düzeltmek için doğrulduğumuzda 
seni oynarken görünce bakışlarımız buluşur, 
kış gecelerinde küle gömeceğimiz patateslerin 
sıcaklığı yüzümüze vururdu. 

Anaç toprak, sakladığı hatıraları çoğaltarak geri veriyor. 
Baban zihnimden geçenleri biliyormuş gibi 
boğuk bir sesle, 
o artık dönmez, deyiverdi. 
Cevap vermedim. 
Fidelerin altını çapalamaya devam ettim. 
Kaşlarımı çattım. 
Yüzümü düşürdüm. 
Bilerek üzgün göründüm. 

Bu işte onun da günahı çok. 
Yoksa içim umut dolu. 
Kim bilir can suyu verdiğimiz şu domatesler 
çiçek açtığında 
ya da kızardığında geleceksin, biliyorum. 
Eskiden olduğu gibi
salkım söğüdün gölgesinde 
kıpkırmızı domatesleri ekmeğimize katık edeceğiz. 

Başkalarının yanında bir şey demiyorum ama 
kendi kendime kaldığımda; 
çalı süpürgesiyle evin önünü süpürürken, 
koyunları sağarken, 
kuzuları dışarı çıkarırken 
içten içe kızıyorum sana. 

Küslük bu kadar uzatılır mı be oğlum? 
Babanın sözü ağırdı, tamam. 
Oldu bir kere. 
Peki affetmek? 
Yaşça büyük olmaya gerek yok ki... 
Babalar böyledir işte 
Baba olduğunda anlayacaksın.

*
O gün
Onca yolun yorgunluğunu bir anda hissetmiş olmalıydın. 
“Söyle onlara, gitsinler evimden!” 
Kırıldın. Rencide oldun. 
Sevdiğin kadına mahcup oldun. 
Tahta bir iskemleye tüneyip 
olan biteni anlayamayan kızcağızın elinden tuttun, 
kırgın bir sesle, hadi gidelim, dedin. 

Yıkılmış adımlarla yavaşça evden çıktın. 
Dibine çöktüğüm duvarın kerpiç kerpiç yıkılmasını 
elim koynumda seyrettim. 
Ben anlıyorum seni. 
Üstelik babanı da anlıyorum. 
Burada hepimiz başkaları için yaşarız. 
El ne der, deriz. 
Ne ağırdır yükümüz, bir bilsen. 

Herkes böyle. 
Baban da öyledir. Öyle yaşadı. Öyle yaşar. 
Değiştiremeyiz bu ağır esareti. 
Hemen gelmese miydiniz acaba? 
Zamanla öfkesi geçerdi belki. 
Bir orta yol bulunurdu. 
Sözümü dinlemedi diye de inatlaşmaya devam etti. 

Babalarla oğullar çatışır oğlum. 
Bu yeni değil ki. 
Dünya kurulduğundan beri böyledir. 
İlk kez sizde olmuyor. 
Zaman, küllendiren kuvvetiyle öfkeyi alacaktır.
 
Baban, bana göstermemeye çalışarak 
bir camı çatlamış gözlüğünü takıp senin 
küçüklük fotoğrafına bakıyor arada. 
Kitabın arasına koymuş. 
Bilmezlikten geliyorum. 
Devam ediyorum işime. 
Kuzineye odun atıyorum. 
Üstündeki çaydanlığa su koyuyorum. 
Kimi zaman da bir iş yaparken dalıp gidiyor birden.

Keşke öyle davranmasaydım, diyemiyor. 
Bir gün bahçeden geldiğinde 
Ahmet’in diktiği mürdüm eriğini suladım, diyor. 
Başka bir gün tavan altında 
Ahmet’e küçükken yaptığım tahta oyuncağı buldum, diyor. 
Bir akşam yemekte toyga çorbasını içerken 
Ahmet bunu çok severdi, diyor. 
Bir gün durup dururken 
Ahmet’in ilkokuldan arkadaşları kimlerdi diye soruveriyor. 

Pişmanlığını senin hatıralarına dokunarak atmaya çalışıyor. 
Sen de izini kaybettirdin. 
Çok söyledim babana, 
bir adres bul. 
Mektup yaz, telefon aç. 
Sustu sadece. 
Olmaz da demedi tamam da.

Ben razıyım senin razı olduğuna. 
Yabancıymış diyorlar. 
Bir ananın kuzusu değil mi? 
O büyük Allah’ın kulu değil mi? 
O kabul etmiş, yaratmış 
biz kimiz? 
El ne ki? 

Biliyorum ben, geleceksin. 
Beraber gelin, olur mu? 
İlk zamanlar çeşmeye su almaya gittiğimde, 
ben yaklaşınca 
diğer kadınların hemen susmalarından, 
acemice ve hızlıca 
başka bir konudan söz açmalarından anlıyordum 
senden bahsettiklerini. 

Şimdi bir yere gittiğimde 
birden anlamsız sessizlikler olmuyor. 
Sormuyorlar da. 
Belki beni üzmek istemiyorlar 
belki de önemi yok artık bu konunun. 

Uzun zaman sonra 
dün harmanda madımak toplarken 
Bedriye teyzen soruverdi. 
Bilirsin, dili dikenlidir. 
Yaraya dokunur. Acıtır. 
Nasıl evlatmış, 
yapılacak iş miymiş... 

*
Beyaz namaz bezimin ucunu iyice yüzüme indirdim. 
Sivas bıçağıyla madımak toplamaya devam ettim. 
Seni kötüleyerek beni rahatlatıyor güya. 
Çocuğa kızarak annenin gönlü alınır mı? 
Evladına ilendiğinde hangi ananın yüreği soğur? 

Bedriye işte. 
Küçükken de böyleydi. 
Yüreği katıydı. 
İki yaş küçüğümdür ama büyüğüm gibi davranır. 
Acımadı, 
eskileri açtı. 

Bu adamla evlenmeyecektin, dedi. 
Çok söyledim. 
Uzak dur bunlardan.
Adamlar inat, soyları böyle.
Büyük dedeleri bir hiç uğruna yıllarca karısıyla konuşmamış. 
Bir insan illa benim dediğim mi diyor, 
yaklaşmayacaksın. 

Babam razı değildi.
Kaçtın da ne oldu? 
Üzülen sen oldun. 
Tamam Bedriye, dedim. 
Ne faydası var şimdi bunların? 
İlistiri doldurmuştum.
Kalktım. 

Giderken de sakınmadı sözünü. 
Sen ancak ağla. 
Alaman kızın ardından gidenden hayır gelmez. 
Boşuna bekleme. 
O gelecek, dedim. 
İnsanı yalnız bırakan zalim bir gülüşü vardı 
küçüklüğünden beri. 
Gelecek ha… 

Sen bakma Bedriye’ye.
İçinde ne varsa dışarıdadır. 
Döverek sever. 
Kötü niyetli değildir yoksa. 
Kin tutmaz. 
Geldiğinde en çok o sevinecek. 
Biliyorum. 

Geleceksin değil mi? 
Bedriye doğru söylemiyor? 
Madımağı severdin. 
Belki bir gün kuzinede madımağı kavururken, 
fırınında ekmeği ısıtırken 
bir ayak sesi duyacağım birden. 

Küçükken bir kusur işlediğinde, 
mesela elif cüzünü caminin bahçe duvarına koyup 
arkadaşlarınla yüzmeye kaçtığında, 
top oynamaya dalıp 
tırpan biçen babanın azığını götürmeyi unuttuğunda, 
kümesten iki yumurta aşırıp 
bakkaldan gofret aldığında 
gözlerini yere indirip 
usulca geldiğin gibi yine geleceksin 
bu kapıdan. 

O gün, 
artık güneş doğmayan gecemiz yeniden ışıyacak. 
Sırlı düşler içindeki münzevi bahçemiz uyanacak. 
Kuruyan otlar yeniden yeşerecek. 
Kuşburnular çiçek açacak. 
Bahar yeli, 
etrafımızı saran kesif ıssızlığı sürecek dağlara. 
Sükûta eren dillerimiz çözülecek… 
Mahcubiyetini kesik kesik öksürüklere 
saklamaya çalışan bu utangaç adımlar… 

Yoksa
Evet, biliyordum
Anneler bilir. 
Biraz değişmişsin ama. 
Yaşlandın mı yoksa? 
Peki bu? 
Tabii ya… 

Hareli çakır gözler, utangaç bakışlar… 
Tıpkı senin çocukluğun… 
Hiç unutur muyum? 
Dedesi, bak kim var burada? 
Çok bekledim Ahmet’im. 
Yaklaş, doya doya sarılayım. 
Aman dikkat et yavrum, 
güllerin dikenleri batmasın eline


redfer
( Nevriye Teyze’nin Alamanya’ya Mektubu başlıklı yazı redfer tarafından 16.09.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu