Onlar dilsizdirler oğlum
Sevmeyi de özür dilemeyi de beceremezler.
Böyledir eski adamlar.
Sevgiyi tanısam da
bilmem hangi kelimelerle söylendiğini,
duymadım hiç.
Çocukluğunda,
ne zaman babanın hoşuna gitmeyen bir şey istesen
önce olmaz der,
kimde görülmüş der,
ama kıyamaz isteğini yerine getirirdi.
Bu sefer olmadı.
Onun elinden tutarak ilk adımlarını attığın
‘hayat’ta sıkıntılı bir yüzle dolandın durdun.
Kapıya yaklaşıp, aç kapıyı baba, dedin
kaç defa.
Ne yaptınsa da sesini duyuramadın bir duvar ötesine.
Duymadı, dinlemedi, anlamadı.
Şehirler, memleketler aşıp geldiğin yolun
paslanmış bir sürgüyle kilitlenen
eski bir kapının önünde
sonlanmasının kırılmışlığı yüzüne yansıyordu.
Nihayet tahta kapının aralığından
duyulan o sözün, babaaa…
yakıp yıktı bir çöl rüzgârı gibi her şeyi.
Toprakta hatıralar da bitermiş oğlum.
Babanla güzün alacağımız hasadın
umudunu toprağa ekerken
sen bir uç uç böceğinin peşine düşer,
bazen elma ağacına konan sığırcıkların seslerini
taklit etmeye çalışır
bazen de koca bir yaprağı taşıyan karıncanın peşinden
hayretle giderdin.
İki büklüm belimizi düzeltmek için doğrulduğumuzda
seni oynarken görünce bakışlarımız buluşur,
kış gecelerinde küle gömeceğimiz patateslerin
sıcaklığı yüzümüze vururdu.
Anaç toprak, sakladığı hatıraları çoğaltarak geri veriyor.
Baban zihnimden geçenleri biliyormuş gibi
boğuk bir sesle,
o artık dönmez, deyiverdi.
Cevap vermedim.
Fidelerin altını çapalamaya devam ettim.
Kaşlarımı çattım.
Yüzümü düşürdüm.
Bilerek üzgün göründüm.
Bu işte onun da günahı çok.
Yoksa içim umut dolu.
Kim bilir can suyu verdiğimiz şu domatesler
çiçek açtığında
ya da kızardığında geleceksin, biliyorum.
Eskiden olduğu gibi
salkım söğüdün gölgesinde
kıpkırmızı domatesleri ekmeğimize katık edeceğiz.
Başkalarının yanında bir şey demiyorum ama
kendi kendime kaldığımda;
çalı süpürgesiyle evin önünü süpürürken,
koyunları sağarken,
kuzuları dışarı çıkarırken
içten içe kızıyorum sana.
Küslük bu kadar uzatılır mı be oğlum?
Babanın sözü ağırdı, tamam.
Oldu bir kere.
Peki affetmek?
Yaşça büyük olmaya gerek yok ki...
Babalar böyledir işte
Baba olduğunda anlayacaksın.
*
O gün
Onca yolun yorgunluğunu bir anda hissetmiş olmalıydın.
“Söyle onlara, gitsinler evimden!”
Kırıldın. Rencide oldun.
Sevdiğin kadına mahcup oldun.
Tahta bir iskemleye tüneyip
olan biteni anlayamayan kızcağızın elinden tuttun,
kırgın bir sesle, hadi gidelim, dedin.
Yıkılmış adımlarla yavaşça evden çıktın.
Dibine çöktüğüm duvarın kerpiç kerpiç yıkılmasını
elim koynumda seyrettim.
Ben anlıyorum seni.
Üstelik babanı da anlıyorum.
Burada hepimiz başkaları için yaşarız.
El ne der, deriz.
Ne ağırdır yükümüz, bir bilsen.
Herkes böyle.
Baban da öyledir. Öyle yaşadı. Öyle yaşar.
Değiştiremeyiz bu ağır esareti.
Hemen gelmese miydiniz acaba?
Zamanla öfkesi geçerdi belki.
Bir orta yol bulunurdu.
Sözümü dinlemedi diye de inatlaşmaya devam etti.
Babalarla oğullar çatışır oğlum.
Bu yeni değil ki.
Dünya kurulduğundan beri böyledir.
İlk kez sizde olmuyor.
Zaman, küllendiren kuvvetiyle öfkeyi alacaktır.
Baban, bana göstermemeye çalışarak
bir camı çatlamış gözlüğünü takıp senin
küçüklük fotoğrafına bakıyor arada.
Kitabın arasına koymuş.
Bilmezlikten geliyorum.
Devam ediyorum işime.
Kuzineye odun atıyorum.
Üstündeki çaydanlığa su koyuyorum.
Kimi zaman da bir iş yaparken dalıp gidiyor birden.
Keşke öyle davranmasaydım, diyemiyor.
Bir gün bahçeden geldiğinde
Ahmet’in diktiği mürdüm eriğini suladım, diyor.
Başka bir gün tavan altında
Ahmet’e küçükken yaptığım tahta oyuncağı buldum, diyor.
Bir akşam yemekte toyga çorbasını içerken
Ahmet bunu çok severdi, diyor.
Bir gün durup dururken
Ahmet’in ilkokuldan arkadaşları kimlerdi diye soruveriyor.
Pişmanlığını senin hatıralarına dokunarak atmaya çalışıyor.
Sen de izini kaybettirdin.
Çok söyledim babana,
bir adres bul.
Mektup yaz, telefon aç.
Sustu sadece.
Olmaz da demedi tamam da.
Ben razıyım senin razı olduğuna.
Yabancıymış diyorlar.
Bir ananın kuzusu değil mi?
O büyük Allah’ın kulu değil mi?
O kabul etmiş, yaratmış
biz kimiz?
El ne ki?
Biliyorum ben, geleceksin.
Beraber gelin, olur mu?
İlk zamanlar çeşmeye su almaya gittiğimde,
ben yaklaşınca
diğer kadınların hemen susmalarından,
acemice ve hızlıca
başka bir konudan söz açmalarından anlıyordum
senden bahsettiklerini.
Şimdi bir yere gittiğimde
birden anlamsız sessizlikler olmuyor.
Sormuyorlar da.
Belki beni üzmek istemiyorlar
belki de önemi yok artık bu konunun.
Uzun zaman sonra
dün harmanda madımak toplarken
Bedriye teyzen soruverdi.
Bilirsin, dili dikenlidir.
Yaraya dokunur. Acıtır.
Nasıl evlatmış,
yapılacak iş miymiş...
*
Beyaz namaz bezimin ucunu iyice yüzüme indirdim.
Sivas bıçağıyla madımak toplamaya devam ettim.
Seni kötüleyerek beni rahatlatıyor güya.
Çocuğa kızarak annenin gönlü alınır mı?
Evladına ilendiğinde hangi ananın yüreği soğur?
Bedriye işte.
Küçükken de böyleydi.
Yüreği katıydı.
İki yaş küçüğümdür ama büyüğüm gibi davranır.
Acımadı,
eskileri açtı.
Bu adamla evlenmeyecektin, dedi.
Çok söyledim.
Uzak dur bunlardan.
Adamlar inat, soyları böyle.
Büyük dedeleri bir hiç uğruna yıllarca karısıyla konuşmamış.
Bir insan illa benim dediğim mi diyor,
yaklaşmayacaksın.
Babam razı değildi.
Kaçtın da ne oldu?
Üzülen sen oldun.
Tamam Bedriye, dedim.
Ne faydası var şimdi bunların?
İlistiri doldurmuştum.
Kalktım.
Giderken de sakınmadı sözünü.
Sen ancak ağla.
Alaman kızın ardından gidenden hayır gelmez.
Boşuna bekleme.
O gelecek, dedim.
İnsanı yalnız bırakan zalim bir gülüşü vardı
küçüklüğünden beri.
Gelecek ha…
Sen bakma Bedriye’ye.
İçinde ne varsa dışarıdadır.
Döverek sever.
Kötü niyetli değildir yoksa.
Kin tutmaz.
Geldiğinde en çok o sevinecek.
Biliyorum.
Geleceksin değil mi?
Bedriye doğru söylemiyor?
Madımağı severdin.
Belki bir gün kuzinede madımağı kavururken,
fırınında ekmeği ısıtırken
bir ayak sesi duyacağım birden.
Küçükken bir kusur işlediğinde,
mesela elif cüzünü caminin bahçe duvarına koyup
arkadaşlarınla yüzmeye kaçtığında,
top oynamaya dalıp
tırpan biçen babanın azığını götürmeyi unuttuğunda,
kümesten iki yumurta aşırıp
bakkaldan gofret aldığında
gözlerini yere indirip
usulca geldiğin gibi yine geleceksin
bu kapıdan.
O gün,
artık güneş doğmayan gecemiz yeniden ışıyacak.
Sırlı düşler içindeki münzevi bahçemiz uyanacak.
Kuruyan otlar yeniden yeşerecek.
Kuşburnular çiçek açacak.
Bahar yeli,
etrafımızı saran kesif ıssızlığı sürecek dağlara.
Sükûta eren dillerimiz çözülecek…
Mahcubiyetini kesik kesik öksürüklere
saklamaya çalışan bu utangaç adımlar…
Yoksa
Evet, biliyordum
Anneler bilir.
Biraz değişmişsin ama.
Yaşlandın mı yoksa?
Peki bu?
Tabii ya…
Hareli çakır gözler, utangaç bakışlar…
Tıpkı senin çocukluğun…
Hiç unutur muyum?
Dedesi, bak kim var burada?
Çok bekledim Ahmet’im.
Yaklaş, doya doya sarılayım.
Aman dikkat et yavrum,
güllerin dikenleri batmasın eline
redfer