Güneş, köyün tepelerinin ardına yavaşça çekiliyordu.
Toprak yolun üstünde bütün gün esen rüzgâr dinmiş,
yalnızca serin bir akşam kokusu kalmıştı.
Ködedağı’nın etekleri mora çalıyordu uzaktan.
Evelikli Yaylası’ndan gelen çan sesleri,
sanki her akşam aynı türküyü söylüyordu.
Köy, kendi sessizliğine gömülürken
ocaklardan duman tütmeye başlamıştı.
Bizim çocukluğumuz, toprağın diliyle konuşurdu.
Ayakkabılarımızın altı toz, yüzümüz güneş yanığıydı.
Sabah erkenden kalkar, sopayı omzumuza atar,
davar güderdik.
Kuzuların sesiyle uyanır, rüzgârla yarışırdık.
Yayla yolunda yürürken taşların gıcırdayışı bile
bize şarkı gibi gelirdi.
Yol boyunca kağnı arabaları geçerdi.
Öküzlerin ağır adımları toprağı döver,
tekerlekler taşlara sürtünürken
derin bir uğultu bırakırdı ardında.
Kağnının arkasında oturan bir yaşlı olurdu mutlaka —
elinde kamçı değil, dua tutardı sanki.
Biz arkasından koşar, tozuna bulanır
ama neşesinden hiç kaçmazdık.
O yollar bizim oyun alanımız,
o arabalar çocukluğumuzun hikâyesiydi.
Ködedağı’nın serinliği geceleri iyice hissedilirdi.
Kış geldiğinde, caminin arkasında toplanırdık.
Altımıza tahtadan, bazen tenekeden kızaklar bağlar,
kayardık aşağı.
Ayaz yüzümüze çarpar, nefesimiz buhar olurdu.
Kayarken düşer, gülmekten yerden kalkamazdık.
Köyün bütün çocukları aynı rüyanın içindeydik o zamanlar —
üşümek bile güzeldi.
Akşam olunca bir evin sobası yanar,
herkes orada toplanırdı.
Bir köşede çay kaynar,
diğer köşede biri elli bir kartlarını karıştırırdı.
Kâğıtların hışırtısı, sobanın çıtırtısına karışırdı.
Kazanan sevinmez, kaybeden üzülmezdi.
Oyun bahane, muhabbet şahane olurdu.
Biri eski bir anısını anlatır,
diğeri bir türkü tuttururdu.
Kahkahalar duvarlardan yankılanır,
dışarıdaki ayaz içeriye giremezdi.
Yaz akşamlarıysa bambaşkaydı.
Yaylada serilen sofralar,
karpuzun soğukluğu, taze ekmeğin kokusu…
Gökyüzü yıldızlarla dolardı.
Biri “şu kayan yıldıza bak” dedi mi,
hepimiz aynı anda başımızı kaldırırdık.
Bir dilek tutardık, ama kimse dileğini söylemezdi.
O sessizlikte yalnızca cırcır böcekleri konuşurdu.
Köyün üstüne gece çökerken her evin penceresinde
bir lamba yanar — sarı, titrek ama sıcacık.
Şimdi o yolları hatırladıkça,
tozlu, taşlı, bazen çamurlu ama ne kadar gerçek olduklarını hissediyorum.
Toprak kokardı ellerimiz,
ama o koku, çocukluğumun en temiz yerinden gelirdi.
Ködedağı’nın rüzgârı hâlâ kulağımda,
kağnı arabalarının tekerlek sesi hâlâ kalbimde,
caminin arkasındaki o kahkahalar hâlâ içimde yankılanıyor.
Artık ne o yollar var,
ne o oyunlar…
Ama her yaz akşamı rüzgâr biraz serin estiğinde,
gözlerimi kapatıyorum.
Birden her şey geri geliyor:
Davar sesleri, soba çıtırtısı,
ve çocukluğumun o sonsuz huzuru.
> İsmail Gökkuş