Sessizliğin İçinde Bir Kadın
Ev sessizdi. Işıklar duvarlardan çekilmiş, gölgeler köşelere sinmişti.
Kadın pencerenin önünde, elinde çoktan soğumuş bir çay fincanı tutuyordu.
Her yudumda geçmişin sesi, kaybolmuş bir anı gibi kalbinde yankılanıyordu.
Bir zamanlar kahkahalarla dolan ev, şimdi yalnızca hatıraların yankısını taşıyordu.
Mutfak masasının üzerinde tek bir tabak, yanında bir defter…
Sayfaları sararmış, kenarları kıvrılmıştı.
Her sabah aynı yere oturur, aynı pencereden dışarı bakardı.
Beklemek onun için bir alışkanlık değil, bir dua olmuştu artık.
Ne bir mektup, ne bir ses, ne de bir kapı zili…
Sadece saatlerin tiktakları, sessizliğin içinde yankılanıyordu.
O gece yağmur başlamadan önce pencereyi araladı.
Sokağın ışıkları ıslak kaldırımda kırılıyor, bir gölge gelip geçiyordu.
Kadın dudaklarından bir isim fısıldadı.
O isim, evin içindeki en derin yankıydı.
“Gel,” dedi sessizce, “geciksen de olur, yeter ki gel.”
Ama şehir uykudaydı, rüzgâr bile durdu o an.
Radyo hafifçe çaldı, eski bir aşk şarkısı…
Kadın gözlerini kapadı, bir damla yaş süzüldü.
O damla kâğıda düştü, bir cümleyi dağıttı: “Ben buradayım.”
Sabah olduğunda, aynı pencere, aynı fincan, aynı umut vardı hâlâ.
Çünkü bazen sessizlik, bir kadının en gür çığlığıydı.
— İsmail Gökkuş