Akşam vaktiydi
Zara meydanının taşları günün son ışığını tutuyordu
caminin gölgesi uzamış, çay ocağından ince dumanlar yükseliyordu
çayın kokusu, tozla, mazotla, insana karışan sıcak bir nefes gibiydi
meydanın ortasında sükûnet vardı ama o sükûnetin içinde hayatın sesi duyuluyordu
orada, çay ocağının önündeki küçük masada iki kişi oturuyordu
biri Nuri Hoca
gömleğinin cebinde kalem, yüzünde yorgun ama güven veren bir tebessüm
öteki Zaralı Şampiyon
bir zamanlar kaslarıyla adını duyurmuş, şimdi sessiz bir dağ gibi duruyordu
biri bilgeliğin, biri emeğin simgesiydi
ve ikisi de Zara’nın ruhunu taşıyordu
çaycı İhsan içeriden seslendi
“aynı dem mi olsun hocam?”
şampiyon başıyla onayladı
Nuri Hoca gülümsedi
“aynı dem İhsan, aynı dem” dedi
çünkü bazı dostluklar çayın demi gibidir
kaç yıl geçse de aynı sıcaklıkta kalır
ben de oradaydım o akşam
camiden yeni çıkmıştım
avuçlarımda tesbihin izi, içimde garip bir huzur
elimi cebime atınca bozukluklar değil, çocukluğumun sesi geldi
Zara’nın taşına sinmiş bir geçmiş gibi
ve ben sessizce onların sohbetine kulak verdim
Şampiyon başını kaldırdı
“hoca,” dedi, “hayat da yarış gibi be, kimse kazanamıyor sonunda”
Nuri Hoca bir süre sustu
gözlüğünü sildi, çayından bir yudum aldı
“bazıları kazanmaz ama unutulmaz gardaş dedi
o cümle meydanın ortasında yankılandı
rüzgâr bile sustu sanki o sözü dinlemek için
işte o an dedim içimden
canını yiyeyim gardaş
çünkü o kelimenin içinde saygı vardı sevgi vardı insan vardı
Zara’nın dilinde dua gibi duran bir sıcaklık
bazen gülüşle, bazen sitemle söylenen ama hep kalpten çıkan bir söz
çay soğudu ezan yaklaştı
gökyüzü mora dönerken meydanın taşları bile biliyordu
kimin ayak sesi kimindir
çünkü burada insan unutulmaz
ve her akşam o taşlara bir hikâye daha kazınır
gece indi
çay ocağının ışığı söndü
ama o masa, o söz, o sessizlik kaldı
Zara’da bazı sözler havada kalmaz
taşa işler kalbe düşer
ve yıllar geçse de yankısı sürer
canını yiyeyim gardaş
diyorum bir daha sessizce
çünkü Zara’nın diliyle konuşmak
Zara’nın insanını anlamaktır
— İsmail Gökkuş