1969 yılında, Ankara İlahiyat Fakültesi'nde başlayan başörtü meselesi büyüdü, büyütüldü; kocaman oldu. Bilimsel bir ortamda, dinî bilimlerin öğretildiği bir fakültede, olayın öznesi olan bir genç kızın açtığı bayrak bugünlere kadar, düşe kalka taşındı. Ama hep "bilim yuvası" diye bilinen üniversite kapılarında, cahilliğin olmadığı, aklın kullanıldığı bir alanda. "Atılan tohum çürük, dava haksız olsaydı, bu hale gelir miydi?" diye düşünüyorum.
      Böylesine haklı bir dava ortada kalamazdı, birileri arka çıktı. Bu arka çıkış siyasi olduğu için "dini siyasete alet etme" gerekçesiyle, gücünü gösteremedi. Ancak politika -bırakın ikiyüzlü (münafık) olmayı- çok yüzlülük olduğundan, politikacılar "alet etme" işini elden bırakmadılar. Başörtüyü bir taraf dine, bir taraf da dinsizliğe alet ettiler. Derken şairin "Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya" dediği kızlarımız çoook acı çektiler. Hâlâ da çekmekteler. "Başörtüsü Mecliste çözülür" diyen başkanın çözüm yöntemi de alay konusu olmuştu. O bacımızın, "Kendimi çıplak hissettim" deyip ağladığını sonradan öğrendim. Kızım da mezuniyet töreninde o psikolojiyi aynen yaşadığını söyledi.
       Geçen bütün seçimlerde, adı konmasa da, "Biz başörtüyü savunmuyoruz" dense de, başörtü mağdurları bir beklenti içinde oldular. Siyasilerden çözüm beklediler. Ben de Bahçeli-Ecevit Hükümeti döneminde, eş ve çocuklarımla birlikte, Sinop öğretmen evinin bahçesinden kapıya doğru yürürken, bahçedeki kalabalığın gözlerini üstümüze diktiğini hissettim. Girişte görevli memur, benim girebileceğimi ama eş ve çocuklarımın giremeyeceğini söyledi. "Neden?!" deyince, Milli Eğitim Bakanı Bostancıoğlu'nun bahçede olduğunu ekledi. Ve sızlandı: "Alırsam beni görevden atarlar." Ben, ilk kurulduğu günden beri öğretmen evinin "mecburen-mecburiyetten" üyesiydim. Aidatlarım maaşımdan -sormadan- kesilmekteydi. Ama geri çevrilmiştim. Sinopluların eniştesi o günlerde yeni bir parti kuruyordu. Allah'a şükür ki muhafazakâr Kayser'lilerin iki dönem üst üste seçtiği, Dış İşleri Bakanı Cem İpekçi ve arkadaşını halk sandığa gömdü.
     Vaktin Dış İşleri Bakanı'nın söylediği "Türkiye'de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor" sözü, "devletin dış işleri bakanı tarafından söylendiği için" yadırganmıştır. Ama ben, dini konularda azınlıkların haklarıyla haklarımı takas etmek isterim.
      Aslında ben "Üniversitelerde başörtü serbestîsi getiren kanunun üniversite dışında -yazılı olarak- yasağı kanunlaştırdığı düşüncesinden yanayım. Bu yüzden iptaline üzülmedim. "Hak şerleri hayr eyler…" fikrindeyim. Mücadelenin üniversite sahasında başlayıp orada sürmesinden ümitliyim. Her şeye rağmen "Aklın ve bilimin aydınlığında" denilen alanda…
      Bu işin mecliste de çözülemeyeceği, anayasa mahkemesinin kanunu iptaliyle anlaşılınca, acaba nasıl çözülür sorusu aklıma geldi. "Asiye nasıl kurtulur?" sorusunu, örtünmenin farz olduğuna inanan kadınlara uyarlıyor ve "Çoook zor!" diyorum. Ama yine de bir önerim var: Siz yadırgasanız da, -çözüm yolu olarak- "nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılmasını" istiyorum. Ya da boş bırakılıp, 15 yaşından sonra isteyenin istediği kelimeyi yazdırmasını. İslam, Hıristiyan, Yahudi, Ateist, Ataist, Satanist… Bu ülkede, rahmetli Necip Fazıl'ın ifadesiyle, "kafa kâğıdı" Müslümanlarının yok olması, Müslümanların balon yüzdesinin azalması için. Bütün dinî özgürlüklerin kısıtlanmasına, sayısal çoğunluk sebep oluyor. Bütün aldanmalar kemiyete güvenden doğuyor. Bütün korkular "Türkiye nüfusunun % 90'ı Müslüman" gibi, şişirilmiş istatistiklerden kaynaklanıyor. 
      O zaman İslamköylü Demirel -aklım erdiğinden beri Sayın Demirel'i başımızda gördüğüm için örnek veriyorum- adı İslamköylü olmayı kullanamayacaktı. Erzurum'da Nurlu Hoca'nın: "Efendim, bizden neden aday koymadınız?" sorusuna "Sizden de ben varım ya!" cevabını konduramayacaktı. Sonu -tay'lı biten kuruluşlara atadığı kimselerin inancı ya konu olmayacak ya da belli olacaktı. Adı Abdurrahman olmak "Rahman'ın kulu" olmayı gerektirmez.
     O zaman İstanbul'dan İpekçi-zade'lerin İsmail Cem'i -iki dönem Kayseri milletvekili olduğu için söylüyorum- ikiyüzlü ya da politik davranmayacak; hanesine asıl inandığı dini yazdıracaktı. Muhafazakâr Kayseri'li de ona göre davranacaktı.
     O zaman "28 Şubat 1000 yıl devam edecek!" diyenlerin -süreç sürdüğü için söylüyorum- aklında ya da hedefinde din olmayacaktı. Erkeklerin başörtüsü olmadığından, sayısal olarak yarı yarıya azalan inançlı kadınlarımız, İngiltere'deki Sihler gibi, özgür olacaktı. Topu topu %  kaç kişiler ki?!
      O zaman hiç kimse dini ya da dinsizliği siyasete bu kadar alet edemeyecekti. İktidardaki parti kapanıp "Nah Parti" kurulsa da kurulmasa da, sayısal olarak ezici çoğunluğu Müslüman gözüken bu ülkede, ilk seçimde siyasi partiler "dini ya da dinsizliği siyasete alet etmeye" devam edeceklerdir. Nitekim Mecliste AKP'ye destek veren MHP'nin temsilcisi, bu desteğin "Semeresini devşireceğiz" demişti. Tabii ki ilk seçimde… Diyelim ki Nah Partisi, "Ben başörtüsü özgürlüğüne söz vermiyorum" diye, noter onaylı seçim beyannamesi imzalasa da, halkın haklı beklentisi sürecektir.
       Çünkü oltadaki yem, başörtüsüdür

( Oltadaki Yem başlıklı yazı Mustafa IŞIK tarafından 20.10.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu