Bir köşeye pusmuş, mahallenin çocuklarını izliyordu Semih. Başını iki dizinin üzerine koymuş, ellerini ayaklarının önünde kenetlemişti. İç burukluğu olduğu her halinden belliydi. Gözleri oyun oynayanlardaydı ama başka şeyler düşünüyordu. Arkadaşları birkaç kez oyuna çağırmışlar ama O, katılmamıştı. Oyun oynamak içinden gelmiyordu. Bir müddet sonra doğruldu yetmişine gelmiş dede bezginliğinde ağır adımlarla evine doğru yürümeye başladı.
Evde ninesi karşıladı onu. Semih’in yine yüzü gülmüyordu. Oysa arkadaşlarının yanına biraz açılır umuduyla kendisi göndermişti. Ne yapsa yüzünü güldüremiyor ve bu durum yaşlı kadını kahrediyordu. Yüzündeki zoraki tebessümle Semih’e; ”benim paşam gelmiş, hoş gelmiş, çok mu oyun oynadın bakiiim? Güzel miydi oyununuz? Bak bende sana en sevdiğin fındıklı kurabiyeden yaptım. Hadi elini yüzünü yıkada beraber yiyelim” dedi. Semih, “tamam anneanne” diyerek lavaboya doğru yöneldi.
Anneanne, “deden de gelse keşke; O’ da yese” diye seslendi Semih’in ardından. Sonra fısıltıyla karışık “Kör olası herif, dur bakalım nerelere takıldı. O varken paşam daha iyi hissediyor kendini” diyerek serzenişini dillendirdi. O sırada kapı çalındı. Anneanne “iti an çomağı hazırla” dedi, kocasının geldiği düşüncesiyle. Kapıyı açtı. Tahmini doğruydu. Kocası elinde büyük bir paketle kapıdaydı.
-Nerde kaldın bey.
-Çarşıdaydım. Paşam’a bir hediye aldım, dedi. Sonra “Semih bak sana ne aldım Paşam. Hadi dedeni daha fazla bekletme” diye torununa seslendi.
-Geldim Dede’ciğim. Ne aldın bana? Ne aldın, ne aldın? Hadi göster, sözleriyle bir yandan üsteliyor, diğer yandan da zıp zıp zıplayarak sabırsızlığını gösteriyordu. Dede:
- Dur yavrum. Al işte hediyen burada. Aç bakayım beğenecek misin?
Semih hediyesini açarken dede devam etti “Bahar geldi. Rüzgârlar eksik olmaz artık. Beraberce uçurturuz.”
Dedesi, gülen yüzlü bir uçurtma almıştı torununa. Semih ilk kez bu kadar mutlu oldu. Çocuk yüzü gülücüklere boğuldu. “Dedem, Dedem benim, biricik Dedem” diyerek Dedesinin boynuna sarıldı, yanaklarından öptü. Anneannesi de çok sevindi ama araya girmeden de yapamadı. “Bak ben de sana en sevdiğin fındıklı kurabiyeden yaptım, bana yok mu öpücük?” Semih, anneannesini de öptü ve dedesine seslendi.
-Haydi dede. Gidelim hemen uçurtalım. Taa bulutlara değsin uçurtmam. Adı da Umut olsun tamamı.
-Tamam paşam. Gideriz. Ama önce şu kurabiyelerin tadına bakalım, bir çay içelim. Namazımı da kılayım öyle gideriz. Daha akşama çook var.
Semih, bir yandan “olmaz” diye itiraz ediyor, diğer yandan dedesinin paçasından tutarak dış kapıya doğru çekiştiriyordu. Aslında bu kadar sabırsız bir çocuk değildi. Dedesi onun yüzünü güldürmek için bir sürü oyuncak veya değişik hediyeler almıştı ama hiç birisinde bu kadar mutlu olmamıştı. Dedesi böyle bir durumda torununu kıramazdı ve “tamam, gidelim paşam” dedi. Anneanne:
-Durun, az bekleyin. Birkaç kurabiye koyayım. Hiç olmazsa orada yersiniz, diyerek bir kenarda sakladığı kesekâğıtlarından bir tane alarak içine beş-altı tane kurabiye koydu. Ve kocasının eline tutuşturdu.
Dede-torun el ele tutuşup, evlerine çok yakın olan parka gittiler. Park, şehrin en büyük parkıydı ve uçurtma uçurmaya müsait, geniş alana sahipti. Ve biraz yüksekçe bir yerdeydi. Her şey yolunda gidiyordu rüzgârın dışında. Rüzgâr esmiyordu. Sabah biraz esmiş ama sonra durmuştu. Dede uçurtmayı tuttu, torun koştu, uçurtma uçsun diye. Ama olmuyordu. Rüzgâr gerekliydi. Birkaç kez daha denediler ve yoruldular. Dede ilerideki banka doğru yürüyerek “Paşam gel, hem şu çöreklerden yiyelim hem de biraz dinleniriz. Bakarsın o zamana rüzgârda çıkar.” Çaresiz, dedesinin peşine takıldı Semih. Banka oturdular. Dede kesekâğıdının ağzını açtı iki kurabiye çıkardı. Birini torununa uzattı. Kurabiyeye isteksizce aldı Semih. Yesem mi- yemesem mi denilebilecek bir hareketle ağzına götürdü. Çok küçük bir parça kopardı. Dede, Semih’i gözlemliyordu. Dayanamadı;
-Paşam neden böyle yapıyorsun. Neden yemiyorsun. Yemezsen büyüyemezsin ve işte böyle çabucak yorulursun.
-Dede, sende yoruldun, yemediğin için mi yoruldun? Ee canım istemiyor ne yapayım.
-Paşam ben yaşlıyım. Bedenim bir kütük kadar hantal. Ama sen daha tazecik fidansın. Yaptığın hiçbir şeyden zevk almıyorsun. Oyun oynamıyorsun. Hep yalnız kalmak istiyorsun. Neden yüzün gülmüyor. Şu uçurtma yüzünü biraz güldürdü. Söyle bakiim uçurtmaya neden bu kadar çok sevindin.
-Dede, uçurtmam taa yukarılara çıkacak ya. O zaman belki annemi görürde, bana annemden haber getirir diye sevindim. Dede ben annemi istiyorum. Ama O, beni sevmiyor. Sevseydi gelirdi yanıma, diyerek gözlerinden yaşları dökmeye başladı. Dede torununa sarıldı “hiç öyle şey olur mu? Paşam. Annen seni çok seviyor. Ama bize göndermiyorlar anneni. Baksana telefonu bile yasaklamış adi kocası.”
Semih babasını dört yıl önce trafik kazasında kaybetmişti. Baba tarafı kazadan anneyi sorumlu tutmuş, bu bahaneyle; tüm ipleri koparmışlar, Semih’i bile unutmuşlardı. Kazadan iki yıl sonra Semih’in annesine bir talip çıktı. Fakat çocuğu onlar da istemediler. Dedenin çok cüz’i bir emeklilik maaşı vardı, oda yetmiyordu. Biraz anne ve babanın zorlamasıyla kızları evliliği kabul etti. Toruna onlar bakacaklardı artık. İleride belki kızı Semih’i yanına alabilirdi.
Anne evlenip başka bir şehre gitti. Cicim ayları çabuk geçti. Bahtsız kadın her gün dayak yemeye başlamıştı. Anne ve babasıyla arada bir telefonla görüşüyor, her defasında da “sabret kızım” nasihati ile yetinmek zorunda kalıyordu. Son zamanlarda telefon da açmaz olmuştu. Dede:
-Sabret paşam, sabret. Elbet bu günlerde geçecek. Felaha ulaşacağız hep beraber.
Semih, felahı duymuştu ama ne demek olduğunu bilmiyordu. Yedi yaşına yeni girmişti.
-Dede. Felah ne demek, diye sordu?
-Kurtuluş demek paşam. Hani her gün ezanlarda söylenir ya!
O sırada rüzgâr esmeye başladı ve Semih’in tekrar yüzü güldü. Felah falan umurunda değildi.
-Haydi dede haydi, şimdi tam sırası.
-Tamam paşam. Bizim namazda sayende kazaya kaldı. Haydi, şimdi ipi sıkı tut, sonra umudun kaçar gider uzak diyarlara tamam mı?
Dede elindeki uçurtmayı bıraktı. Gülen yüzlü umut rüzgârın yardımıyla havalandıkça havalandı. Semih, sevincinden çılgına dönüyordu.
-Umut, anneme bak, anneme, diye seslendi uçurtmasına. Özledim onu. Ne olur gelsin artık. Tam o sırada.
-Babaaaa, Semiiihhhh yavrum. Bak annen geldi, Hem de bir daha seni bırakmamak üzere…
Semih sesin geldiği yöne baktı, Annesi koşarak ona geliyordu. Önce şaşırdı, bu bir mucizeydi, umutla gelen mucize. Kollarını açtı. O’ da ”anne, anneciğim” diyerek annesine koşmaya başladı. Ana-oğul birbirlerine öyle bir sarıldılar ki; artık hiçbir kuvvet onları ayıramazdı.
Semih, o sevinçle uçurtmanın ipini salıvermişti. Uçurtma; tıpkı Semih’in annesi gibi özgürdü artık. Gülen yüzlü umut, Semih’in dünyasına sevinçler katmanın mutluluğu ile bulutların arasında gözden kayboldu.