Büyük gezegenlerin içinde bıraktığın
Değerli acılarına bir dön
Ve
Avucundaki yaşam çizgilerinin sana sunacağı
Bir türlü rastlayamadığın o tek masum nefes karşılığı
Tutabileceği en yumuşak teni ver ellerine…
Saçlarının çığlıklarındaki karanlık akları
Duymuyor işte Tanrı’nın kulakları
Ruhunu ele geçiren sonsuz kâbusun ortasında
Krizlerini dindirmek için aradığın
O şey nerede?
Ah kim bilir nerede?
Çarşıda pazarda gördün mü hiç?
Ya da sokaklarda…
İyi düşün
Kaporta dükkânlarına hibe edilmiş
Çalıntı şiirlerinin, parçalanmış ölü hecelerinde mi?
Unuttuğun bir özlem gecelerinde mi?
Çıkmış süt dişlerini biriktirdiğin o heykelin ellerinde mi?
Hadi söyle… Nerede?
Mecburmuşum…
Bununla kalmaya alışmalıymışım…
Sürtük bir sancının
Kokuşmuş bir çöp gibi damarlarımda yuvalaması
Yaşam biçimim olmalıymış…
Bu’ymuşum ben
Bu kadarmışım
Kahretsin
Kim yaptı bunu?
Bu kaç asırlık bir işkence sunumu?
Nasıl bulaştım / nerden bulaştım?
Oysa gözlerden süzülen sadece küçük bir yaştım…
Hey!
Derisi soyulmuş hüzün;
Örümceklerimin dokuz canlı efendisi
Bak hala direniyorum
Tanrıya duyuramadığım çığlıklarımla
Yüreğimi kızarmış bir leşe dönüştürürken közün
Küllerine mutluluk adakları adıyorum…