Her yerde evler var. Bazısının içinde hiçbir zaman gezemeyiz. Göremeyiz bile onları. Yalnızca bir yerlerde var olduklarını biliriz.
Anadolu’nun bir köyündeyim. Bir anne- baba ve evlatlarını farklı sahnelerde görüyorum. Fakat ben bu sahnelerin hiçbirinde yokum. Yaşlı kadının saçlarına dokunmamın haricinde. Dupduru ipekten saçları var yaşlı kadının. Yumuşacık.
Sadece seyrediyorum onları. Şimdi düşünüyorum da belki de anne-baba ölmüş, evlatları ise hiç doğmamış olabilir. Üstelik belki de bir köyde değil de şehirde yaşamışlardır gerçekte. Her ne hal ise, ben onların hepsini bir köyde görüyorum. Yemyeşil bir köyde... Yıldızların kocaman ve ışıltılı olduğu bir köyde. Sokaklarında çöp tenekesi olmayan, hiç kimsenin hiçbir yeri kirletmediği bir köyde. Kahvesinde oyunlar oynanıyor olmalı bu köyün. Ve küçücük bakkalında rengarenk eşyalar satılıyordur mutlaka. Nefes aldığında yaylaların kokusu duyuluyordur. Bu köyün havasında bir şey olmalı şehirde olmayan. Serin kış sabahlarında sokakta yürürken duyduğun çok uzak diyarlara ait bir koku yayılmalı bu köyden.
Baba tarlada çalışıyor. Anne ise evinin ahırını temizliyor. Her ikisi de çok huzurlu. Adına şiirler, romanlar yazılan; en tatlı bestelerin nağmelerinde hissettiğimiz huzur onların kendi malları. Hiç kimseden satın almamışlar, hiçbir köşe başından bulmamışlar onu. Kendi yitik bahçelerinde yetiştirmişler. El bebek gül bebek büyütmüşler. Sükûnetin kardeşi huzur ne çok yaraşır insan nesline. Fakat ne yazık ki sılamızda bıraktık onu, gurbete taşımadık. Bu yüzden bir yanımız hep mahzun, bir yanımız daima özlemekte.
Sahne değişti. Genç bir adam oldukça değişik bir taşıtla babasını gezdiriyor. Dört tekerlekli bir el arabasına benziyor bu taşıt. Fakat bir el arabası olamayacak kadar büyük. Gerçek hayatta benzerini hiç görmediğim bir araba bu. Hayaller ülkesinin bineği.
“Ne hayırlı bir evlat” diye düşünüyorum. Alnındaki billur ışıltının nedeni de bu galiba.
Evleri bir kulübe... Büyük bir tarlanın ortasına yapılmış küçük fakat hoş bir kulübe. Oğul babasını evin etrafında gezdiriyor. Babanın gözlerinde mutluluk ifadesi var. Baba yürüyemeyecek halde değil. Sadece oğlu tarafından gezdiriliyor.
Hayallerimizin değişik bir mantığı olmalı. Ya da hayalde mantık aramak yanlış. Çünkü hiç kimse – daha doğrusu yetişkin ve aklı başında olan hiç kimse- böyle benzeri görülmemiş bir arabaya gerçek hayattayken binip gezmez. Fakat bu yaşlı baba halinden çok memnun. Biraz önce çalıştığı tarlada dolaşıp yetiştirdiği ürünleri kontrol eder gibi.
Annenin yanında görüyorum şimdi de kendimi... Anne ahırda hayvanlarla uğraşıyor. Bakınız bu ayrıntı gerçek hayatla benzeşti. Çünkü hayvanların bakımı Anadolu’da kadınların görevidir çoğu kez. Kadının da keyfi yerinde. Ben onu ölmüş gibi değil, yaşıyor ve günlük işleriyle ilgileniyor gibi seyrediyorum. Hani hayatta görevimiz olan bir işi yaparken duyduğumuz o mutluluk hissi var ya... İşte ona benzeyen bir hava var kadının yüzünde. Neden duyarız biz, mutluluk olarak değerlendirebileceğimiz bu duyguyu? Bu soruyu hiç sormamıştım kendime. Belki de dünyevi bir işle ilgilenmek bizi daha çok buralı zannettirdiği içindir. Her hangi bir işle uğraşırken gün gelip gideceğimizi unuturuz. Yani bir anlamda gönlümüzü eyleriz. Yaşama sevincidir bu duygunun diğer adı. Yaşama sevinci tanımlanması oldukça zor olan duygulardan biridir. Ancak hepimizin içine zaman zaman düşer bir çiğ tanesi gibi sessiz. Farklı bir haz verir ruhumuza. Hayatı güzelleştirir, anlam katar fiillerimize.
Huzuru yakalayabiliriz bazen bir deniz kenarında seyrederken sahili ve denizi. Bazen yağmurlu bir havada, dolaşırken aşina bir şehrin sokaklarını. Ya da bir köy evinin damından bakarken yaylalara, dağlara. Küçük bir çocuğu bağrına basmak, saçlarını koklamaktır huzur. Onun sevimli yüzüne bakmak, ilginç hikâyelerini dinlemektir. Memleketini haritada gösterebilmektir huzur. Akşamları evine varabilmek, geceleyin dertsiz tasasız uykuya verebilmektir başını. Bu insanların gözlerinde okudum huzuru.
Yaşlı kadının saçları çok uzun... Sırtından aşağı iniyor örgüsü. Kalın ve tek bir örgü. İşte burada kendimi hissettim. Kadının saçlarının örgüsünü elime aldım. Örgüde tek bir ak yok. Koyu kestane renginde. Aralarda başka renkler de var. Sanki kına yakılmış gibi. Neden ağartmadı acaba zaman bu kadının kahverengi saçlarını? Belki kıyamadı onlara. Belki de telaşından unuttu.
Çok sevdim kadının saçlarını. Ne güzeller, diye düşündüm. Bence bir kadının en değerli süslerinden birisidir uzun saçları. Kısacık bir an elimde tuttum onları. Saçların etrafında mısır püskülünden süsler var ihtiyarlığa inat. Başına tülbent bağlamış kadın. Tülbentle sıktırmış saçlarını arkadan. Bu kadar ayrıntılı inceledim birkaç saniyede onu ve muhteşem saçlarını. Hayallerimizdeki zaman ölçüsünün gerçek zaman ölçüleriyle ilgisi olmadığını düşünmüşümdür hep. Fakat geçen zamana saniye demek zorundayım çok kısa olduğu için. İnsanoğlu saniyeden, saliseden küçük zaman dilimlerini bile hesaplayabiliyor benim bildiğim. Yüzyıllar dar geliyor bizlere, milyarlarca yılda tamamlanmış kâinatın tablosu. Buna rağmen o kadar hırslı ki Adem’in evlatları saliseyi bile parçalıyorlar tıpkı atomu parçaladıkları gibi.
Yine aynı araba. Yine aynı adam sürüyor onu. Bu sefer arabadaki, babası değil ağabeyi. Ağabeyi adamdan genç görünüyor. Sanki on dokuz – yirmi yaşlarında gibi. Peki neden ağabeyi dedim ona? Çünkü böyle bir duygu var içimde. Yani genç görülen aslında yaşça daha büyük. Kısa kollu bir gömlek giymiş bu genç görünümlü fakat yaşça büyük olan kişi. Ellerini iki yana açarak bir şeyler anlatıyor sürücüsüne.
Gerçek hayatta rastladığımız insanlar vardır. Hiç okula gitmemiş. Saf gönüllü, temiz iradeli. Normalden daha az zekası olduğu düşünülen. Fakat çoğu kez bizden daha çok şey bilip bizden daha çok şey gören. Gerçi benim gördüğüm bu adamda farklı bir yön var tanımlamaya çalıştığım insanlardan. Şimdi bu adamın halini asla tam olarak anlatamazmışım gibi geliyor bana. Şöylece anlatmaya çalışayım bu adamcağızın gözlemlediğim halini: İdeler âleminden söz eder ya hani Platon. Böyle bir âlemde her şeyin en ideal olanının bulunduğuna inanır. İşte bu adam biraz önce tarife çalıştığım insanların idesi gibi bir şey. Yani tam olarak benzerini henüz görmüş değilim. Tertemiz, aydınlık bir alın; yuvalarına dar gelen iri badem tanesi gözler. Dolunayı andıran bir çehre, bu çehreyi gölgelendiren kapkara, dalgalı saçlar. Benim kanaatime göre bir yüzü güzelleştiren ne kaşlardır, ne gözler ne de yanakların pembeliği, dişlerin bembeyaz sıralanması ağızda. Kafamızın içinde dolaşan ışıklı fikirler güzelleştirir yüzlerimizi, kalbimizdeki sırmadan hisler. İyi şeyler düşünüp, iyi şeyler ekersek kalbimize yüzümüz de güzelleşir.
Arabanın sürücüsü babasını gezdirirken sahip olduğu yüz ifadesinin aynısını taşıyor. Zorlanmadan ve mesut sürüyor arabayı. Gücü tertemiz yüreğinden, su gibi olan zihninden dökülüyor kaslarına. Hiçbir şeye aldırmadan yapıyor görevini. Bir yandan da ağabeyini dinliyor. Konuşan ne anlatıyor? Dinleyenin duydukları nelerdir? Bilmiyorum. Yalnızca görüntü var. Keşke okuyabilseydim akıllarından geçenleri. Şimdi dikkat ettim de anlattıklarımın tümünde hiçbir ses yok. Sessiz bir sinema izler gibi. Aslında pek de tuhaf bir hal değil bu. Normalde hayallerin hiçbirinde ses yoktur. Sadece his vardır. Yani öyle sakin, öyle sessiz hissederiz her şeyi.
Bu sahnelerin tam en başında başka bir yerdeydim şimdi. Bir adam, fakat kim olduğunu bilmediğim bir adam mahkemede sorgulanıyor. Sanatçı ya da yazar galiba. Şirin yüzlü bir adam. Bir başkası davacıymış ondan. Adam suçsuzmuş, davacı haksız. Birileri yükleniyorlar ona. Karşı tarafın avukatları ve savcıları olmalılar. Yargıcın aklından geçenleri okuyorum. Kim olduğunu bilmediğim bu adama hak veriyor içinden. Davanın sonunu tahmin ediyorum. Göremiyorum. Yargıç hak verdiğine göre adam beraat etmiştir her halde... Bu çok kısa bir sahne. Daha sonra diğerleri geliyor.
Bütün bu sahnelerin birbirleriyle ilgisi olup olmadığını düşünüyorum şimdi...