CEZERYE

 

 

                         1977 yılıydı, siyasal olaylar nedeniyle Selçuk Eğitim Enstitüsü’ne devam edemeyince Ilgın’da taksicilik yapıyordum. Okula gidemeyen arkadaşlarla mektuplaşıyor geleceğimizle ilgili kaygılanıyorduk..


                                  Babamın, Köy Enstitüsü’nden arkadaşı Hayrettin Amca‘nın Ilgın’da bir dairede müdür olarak görev yapan damadı  Hüseyin Ağabey beni çağırtmıştı. Yanına gittim, O’nun sıkı bir Ülkücü olduğunu biliyordum.


                                - Bak Güner, babanı ve ailenizi severim. Babanın da seni ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Diğer ağabeylerinin üniversite şansı kalmadı. Böyle giderse senin de fırsatın kaçıyor. Sen de okuman için, geleceğin için biraz fedakarlık yap, aileni üzme, ben senin için ülkücülere kefil olurum. Okuluna devamını sağlarım. Ancak, orada eski arkadaşlarınla görüşmemen lazım, aksi halde kimseye engel olamam. Dedi. Ailem adına, benim adıma büyük bir incelikti, teşekkür ettim. Tek başıma okumaya geri dönemeyeceğimi söyledim.


                                     -Yanlış yapıyorsun, gençlikte insanlar kendilerini işte böyle harcıyor. İleride pişman olursun. Dedi. Kararlı olduğumu, asla dönmeyeceğimi anladı. Gerçek bir aile dostu idi, elinden geleni yapmış beni ikna edememişti. Üzülmüştü…


                                     Arkadaşlardan haber geldi. CHP’nin Mersin’de mitingi vardı. Mitinge katılıp, Ecevit’e sesimizi duyuracaktık. Bizim gibi siyasal olaylar yüzünden can güvenliği olmayışı nedeniyle okula gidemeyenlere hak tanınması için sloganlar atacaktık. Nasıl olsa seçimi kazanacak, O başbakan olacaktı. Bizi ancak O kurtarabilirdi.


                               Babam mitinge gitmemi istemiyordu.  Doğrudan da söylemiyor, dolaylı imalarla anlayışıma bırakıyordu. Ancak, bende O’nu anlayabilecek olgunluk yoktu, hep  gitmeyi dayatıyordum.


                                 - O zaman Konya’ya kadar birlikte arabayla gideriz. Duruma bir bakarız, belki coşarsak Mersin’e kadar biz de geliriz, bir gezmiş oluruz. Diyerek gerginliği ileriye taşımıştı.  O’nun beni yalnız göndermek istemeyişine karşı direndim.


                                   - Neyse bakalım. Dedi.


                                 Gün geldi. arabamızla Konya’ya kadar birlikte  gittik. Oradan öteye dayattığım için gelemediler. Akşam Konya’da dünürlerinde kalacaklar,ertesi günü ben mitingden döndükten sonra  er yada geç  birlikte Ilgın’ a döneceğiz. Konya’dan, CHP parti binası önünden grup olarak geceleyin hareket edeceğiz. Öğleye doğru Mersin’de olacağız. Hava ayaz, yerler buz. Konuk olduğumuz evden çıktım, potinimi giyip, paçalarımı yukarıdan boğup üzerine döktüm. Parkamı giyip kapüşonumu kafaya çektim. Yine de üşüyorum. Hızla  CHP binasının bulunduğu meydana geldim. Meydan kalabalık, iki üç otobüs yola çıktık. Toroslar’dan Sertavul geçidini aştık, gün doğdu, sahile yaklaştıkça hayretler içinde yol kenarlarında çiçek açmış badem ağaçlarını gördüm, Göksu’nun kıyısından bir hayli gittik. Göksu  Silifke’de denize karıştı. Biz hala yoldayız. Akdeniz’in kıyısından Mersin’e geldik.



                                Meydan çok kalabalıktı,  uzun süre bekledik,  çeşit çeşit insanlar çıkıp hararetli konuşmalar yaparak miting  heyecanını canlı tutmaya çalışıyordu. Uzun süreli gecikmeden sonra Ecevit’i taşıyan CHP otobüsü büyük bir coşku içinde meydana geldi. Miting çok hararetli geçti. Geleceğimizin, sesimizin Ecevit’e duyurulmasıyla çok ilişkili olduğunu biliyor, sürekli sloganlar atıp konuşmasını bölüyor, yeniden okula devam hakkı istiyorduk. Konuşmasını keserek bize döndü azarladı. Alandan çıkarılmamızı istedi.  Koca Ecevit’in neden böyle davrandığın bir türlü anlayamamıştım. Oysa dağlara taşlara “UMUDUMUZ ECEVİT” “HAYDİ BASTIR KARAOĞLAN” …  gibi nice sloganlarını bizler yazmıştık. Bu nedenle solcu ilan edilip, dövülerek  sövülerek öğrenim özgürlüğümüz engellenmiş, can güvenliğimiz olmayışı nedeniyle devamsızlıktan  kaydımız silinmişti. Bir türlü Ecevit’in tavrına  inanamıştık.   Vefasızlığa kırılmıştık…

 

                                       Babamı bunun için mi kırmıştım? İçime bir azap ateşi düşmüştü. Babama yanlış yapmıştım.


                                      Mersin’in cezeryesi meşhurmuş. Bir cezerye götürüp elini öpmeliydim. Belki affederdi… Bir tane onlara, bir tane de dünürlerine aldım.

                                       Toplandık. Dönüş için gönüllerimiz  kırık dökük bir halde CHP otobüsüyle yola çıktık. Sabaha karşı gün doğmadan Konya’ya geldik. Bindiğimiz yerde, CHP binası önünde  otobüsten indiğimizde kuvvetli bir poyraz esiyor, acı poyraz açıkta kalan yerlerimizi Kesiyordu. Bademlerin çiçek açtığı bir mevsimden gelip, zemheri soğuğuna dönmek inanılır gibi değildi. Kapüşonumu başıma çektim, titreye titreye  binbir kaygı ile dünürlerin evine doğru yola koyuldum.


                                      Sultan Veled Caddesi’nde, İsmet Paşa İlkokulu’nun kavşağına geldim. Arkamda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Yanı başımda bir karaltı belirdi. Bağırıp söyleniyor. Kim kime neden söyleniyor? Diye döndüm baktım. Adam bir mahalle bekçisi, elinde tabanca kafama doğru yöneltmiş, meğer bana söyleniyormuş. Öfkeyle sordu;



                                      - Sana kaç kez bağırdım. Neden durmadın?



                                      - Duymadım. Dedim.



                                      - Nasıl duymazsın?



                               - Nasıl duymam?.Yav bekçi dayı ben sana nasıl duymadığımı nasıl anlatabilirim ki? Duymadım işte, kapüşondan her halde dedim. İnanmadı.



- Nerden gelip, nereye gidiyorsun? Diye sordu.



- Sana ne ? Dedim.



- Ulen çocuk zaten kafam bozuk. Sıkarım kafana… Dur dedim, durmadı… İşte o kadar. Bok yoluna gidersin.



- Nerden gelip nereye gidiyorsun? Ciddiydi. Elinde tabanca, sıkar mı sıkar…



- Mersin’den geliyorum. Eve gidiyorum.



- Ne işin vardı Mersin’de? Garaj öte yanda bu yandan Mersinden’mi gelinir? Haydi anlat bakalım… Dedi devamla sordu.



- O elindeki paketlerdeki  ne?



- CEZERYE



- Cezerye ne?



- Tatlı



- Nasıl tatlı?



- Ne bileyim nasıl tatlı?



- Bilmediğin tatlıyı niye aldın?



- Yav bekçi dayı  bela mısın? Vuracaksan vur!



- Vururum valla!



Adamın şakası yok, kafa bulduğunu sanıyorum ama hiç de öyle değil. Vurur mu? Vurur.  Nice canlar ne basit nedenlerle

yok olup gitmişti. Asabiyetimi bir derece daha aşağıya düşürüp, paketin bir kenarından yırtarak bir parça cezerye ikram ediyorum. Bir parça da ben alıp, ilk kez cezerye tadıyorum.



                                      - İşte bu. Diyorum tepkisini beklerken



                                      Bekçi Dayı Memnun bir ifadeyle



                                       - İyiymiş deyip sözü ele alıyor.



                                      - Bak yeğenim sen sen ol  elinde silah olan adama bir daha ukalalık yapma! Deyip, kendince tatlı bir öğütle gitmeme izin veriyor…

                                             Ah!  babacığım… Sana ne diyebilirim ?

 

 

( Cezerye... başlıklı yazı Güner Kutluk tarafından 29.12.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu