TUZ

 

                                   Önceki yıl Alanya’nın en sert kış gecesiydi, ardı ardına şimşekler çakıyor, kale açıklarına  sürekli yıldırım düşüyordu.  Gök gürültüsünden durulmuyordu. Yağmur olanca şiddetiyle kovadan dökülürcesine yağıyordu. Dalgalar yolları aşıyordu. O gece biz Ulaş’taydık. Ulaş, Alanya’nın Antalya girişinde şehre yaklaşık 2 km ötede denizden yaklaşık 20 m yüksekte teraslardan oluşan piknik alanıdır.

                                  1999 yılında Marmara Depremi’nden sonra kurulan DAD ( Doğal Afetlerde Dayanışma Derneği “Bir arama kurtarma derneğidir.”  ) üyeleri, gönüllüleri, eş dost zaman zaman eğitim kampları dışında, dostluk ve dayanışma  kamları  düzenler, mevsim koşulları ne olursa olsun çok önceden kararlaştırılan kamptan dönülmezdi. Hiçbir faaliyette zorunluluk olmadığı, gönüllülük esas olduğu gibi bu kamplara da koşulları uygun olanlar katılırdı.   Kamplarda herkes, bilgisine  yeteneklerine göre sunumlar, gösteriler yapar, şiirler okunur, sazlar, klarnetler, kavallar … çalınır, türküler söylenir, çoğunlukla yaşanmış öykülerden anlatılır, herkes her anlatılandan,  yaşanmışlıklardan  kendince bir ders çıkarırdı. Bu nedenle bu kamplar dillere destan olmuştu. Herkes katılmak için can atardı.  Ortamı hazmedemeyecek kişiler bu kamplara davet edilmezdi.

 

                                 O cumartesi günü sabahtan yağmur başlamış olmasına rağmen Ahmet, her zamanki görev bilinci ile erkenden Ulaş’a gitmiş, bir kameriyeyi,  üzerine muntazam bir şekildi örttüğü büyük bir branda ile yağmurdan korunaklı hale getirmişti. O şiddetli yağmura kötü hava koşullarına rağmen onbeş kişi kadar gelmişti.  Özel çelik küvetimiz içinde ateş yakılmış, etrafında toplanılmıştı. Büyük bir coşku içinde gök gürültüsü ve  taaaa  duvarlara kadar gelen dalganın eşliği ile birlikte türküler söyleniyordu. Bir yandan kebaplar yapılıyor, bir yandan salatalar hazırlanıyordu. Büyük bir coşku ve muhabbet içinde geç vakitler olmuştu.

 

                                  Son yıllarda,  tüm inadıma rağmen  genç arkadaşlar aralarında anlaşmış gibi bana pek iş bırakmıyor, her zaman olduğu gibi  kendiliklerinden işe koşuluyor, büyük gayretle ortamı güzelleştirmeye çalışıyorlardı. Bana da salatanın tadına tuzuna bakmak, bağlama, kaval,  klarnet vs. ortama göre bir enstrüman çalmak gibi bir görev düşüyordu.  O gün ikici kez yapılan salatanın tuzunu atma görevini yaptım. Biraz fazla aldığım tuzun kalanını yere dökerek elimi çırpıyordum ki, Ali

 

-         Eyvahhh!! Abi naptın ? Dedi,

-         Ne yaptım Ali ? Dedim.

-         Abi, daha ne yapacaksın ? Elini çırptın, elindeki tuz yere döktün dedi.

 

Bir anda herkes sus pus oldu. Merakla Ali’nin açıklamasını bekliyoruz. Ali bizi çok meraklandırmadı. Bir iç çekerek başladı.

 

-         Biliyorsunuz ben de Ilgın’lıyım. Ortaokul, Lise yıllarımda bir sevgilim vardı. O yıllarda sevgilisi olmak, erkek olsun kız olsun bunu ulu orta dillendirmek çok ayıptı. Kızların zaten böyle hiçbir  bir şansı olmadığı gibi, dillenirse fahişe yerine konulur, adı çıkardı. Onların asla bir delikanlıya sevdiğini söyleme,  “arkadaşlık teklifi” gibi bir şanları yoktu.  Gariplerim için için yanar, içlerinden geçirdikleri oğlanın kendilerine talip olması için dua ederlerdi.

 

      Ali sustu. Bir süre yanan ateşe baktı, bir yudum şarap içti, öylece sessiz kaldı. Merakla ve saygıyla devam etmesini beklerken,  çakan bir şimşek yüzündeki dalgın ifadeyi bir an da olsa ayrıntısı ile görmemizi sağladı, ardından kuvvteli bir gök gürültüsü ile hepimiz irkildik. Ali güldü, devam etti…

-         Bunca sıkıntıya rağmen ben şanslı bir insandım. İki üç yıl kadar her gün okul çıkışı onu evine kadar takip ettim. O takip ettiğimi bilirdi. Benim O’nu sevdiğimi bilirdi, aşkından geberdiğimi bilirdi.  Rüyalarıma girerdi, adını  sayıklayarak uyanırdım. Bir gün umulmadık bir şey oldu. Arkadaşlarının yanından ayrıldı. Bana  doğru koşarak geliyordu. Allahım kalbim yerinden çıkacaktı. Önümde durdu. Gözlerimin içine gülerek baktı.

-         Bu Pazar arkadaşlarla sinemaya gideceğiz. Bizimle gelir misin ? Dedi. Nasıl ölmediğimi bilmiyorum. Her yanımı bir ateş bastı, kalbim hızla çarpıyordu. O’ na bir selam verebilmek, yüzünü bir kez görebilmek için günlerce hayaline kuran ben tuttum da…

 -         Çok dersim var çalışacağım. Deyiverdim. Bütün coşkusu sönmüştü. Halbuki O’nun için ne kadar zor bir şeyi yapmıştı. Benim, O’nun için yapamadığımı, yapmış, her şeyi göze almış beni sinemaya davet etmişti. Aman Allahım!  Ben ne yapmıştım. Ölmeden mezara girmiştim. Gerçekten dersim de vardı ama, sevgilimi geri çevirdikten sonra nasıl bir kitap açabilirde bir satır okuyabilirim ki?  Cuma, cumartesi geceleri hiç uyuyamadım. Arkadaşlarının arasında ret edilmişti.  Kırık gözleri, bükülen boynu hiç gözümün önünden gitmiyordu.  Büyük bir azap ve pişmanlık içinde Pazar sabahı güneş doğarken sinemanın kapısındaydım. Film  10.00’ da başlıyordu. Vakit yaklaşmıştı  bin bir dua ile bekliyordum ki birkaç arkadaşı ile köşeden göründü. Kalbim yerinde fırlayacaktı. Beni fark etti koşarak geldi.

 

-         Geliyor musun? Dedi. Yaptığımdan utanarak başımı eyip

 

-         Evet. Dedim. Gözlerinin içi güldü. Arkadaşlarına döndü

 -      Geliyor. Diye çığlık attı. Sinema ile aramızda bir cadde vardı. Birlikte sinemaya doğru yürüdük. Üç kız aralarında para toplayıp biletimi aldılar. Sinemanın giriş kapısından geçtik,  balkona doğru birlikte yöneldik ki, görevli arkamızdan seslendi.

 -         Hey! Sen nereye gidiyorsun? Bayanlar yukarı erkekler aşağı… Evet öyleydi. Ancak aileler birlikte film izleyebilirdi. Onun dışında bay bayan birlikte film izleyemezdi. Büyük bir kederle ayrıldık. O yukarı balkona çıktı, ben aşağıda salonda filmi izledim.

 Olsun, aynı çatı altında idik ya…. Bu gün bile hangi film olduğunu anımsayamıyorum. Bütün film boyunca aynı çatı altında olmanın, gönlünü almanın  mutluluğu ile O’nu düşünmüştüm…

                           Ben de O’nu bir yerlere davet etmeliydim. En uygun olanının da arkadaş grubu ile birlikte pikniğe gitmek olacağını düşündüm. Hıdırellezde, arkadaşlarla  birlikte pikniğe gitmeyi teklif ettim.

                             - Olur… Dedi. Olur dedi…   Benden daha mutlu kim olabilir ki? Sevgilim bana “Olur” dedi. Hıdırelez’e Çok az bir zaman kalmasına rağmen günler bir türlü gelmiyordu. Nihayet yarın 6 Mayıstı her türlü hazırlık yapılmıştı. Kuşluk vakti arkadaşlarla birlikte buluştuk. Ilgından 2 km kadar yürüdük piknik alanına geldik. Açıkca birbirimize sevdiğimizi söylememiştik. Ancak o vakitler her şey söylenmezdi. Bütün gün büyük bir coşku içindeydik. Birbirimize her türlü hünerimizi gösterdik Hazreti Hızır bizi o hıdırelellezde birleştirmişti… Cennetteydik…

                             Oyunlar oynandı, yenildi içildi…. Her fırsatta birbirimizin gözlerine bakıyorduk, oyunlarda el ele tutuşmak için fırsat kollamıştık.  Hava birden değişmişti yağmur ha yağdı ha yağacaktı.Gözlerimizin değdiği yerden ateş çıkıyordu…  Akşam vakti yaklaşmış, yavaş yavaş toplanıyorduk.

                                   Kalan bir yumurtayı soydu, ikiye böldü yarısını bana verdi. Hemen tuzu kaptım, yumurtalarımızı tuzladım. Kalanını elimi çırparak yere döktüm.

 -         Eyvah! Ne yaptın? Dedi. Eyvah ki eyvah!!!!! Ne yapmıştım acaba?

-         Ne yapmışım ? Dedim.

-         Tuz yere döktün. Dedi.

-         Eee ne olmuş ? Dedim. Yüzüme acıyarak baktı.

-         Tuz dökmek büyük günah artık sen cehendeme gideceksin. Bir deve üzerinden döktüğün bu tuz tanelerini birer birer kirpiğinle toplayacaksın. Dedi. Çok kederliydi. Benim için çok üzülmüştü. Bütün keyfim kaçmıştı. Artık cehennemliktim.  O bir şey değildi de nasıl ayrı kalacaktım. Asıl ayrı olmak benim için cehennemdi. Ne yapıp edip işi öbür tarafa bırakmadan, deveyle kirpikle uğraşmadan, tekrar  gelip bu tuzları tanelerini toplamalıydım. İçim yanıyordu. Toparlandık, hep birlikte geri döndük. Evlerine kadar uzaktan takiple bıraktım. Hüzünlüydük. Aklımız piknikte yere döktüğüm tuzlardaydı.  Bütün gece uyuyamadım. Sabaha karşı bir ara dalmışım ki bir kabusla uyandım.

 Bir devenin üzerinden yere bakıp tuz arıyordum. Deve üzerinden tuz tanesi görebilmek ne mümkün?  Onları toplamadıkça cehennemden çıkış yok… Eyvah sevgilim… Eyvah sevgilim… Bize kavuşmak yok… Yanıyordum. Sırsıklam terlere batmıştım… Ah tuz! Ah tuz! Nerden bilebilirdim ki? Usulca kimseye görünmeden deveden inip yerde tuz arıyorum… Allahım, bunun neresi rüya, neresi kabus, neresi gerçek?  Kuvvetli bir aydınlık ve şiddetli bir gök gürlemesi ile sarsıldım. Pencereye fırladım.  Öyle bir yağmur yağıyordu ki…  Bir süre gecenin karanlığında yağmur sesini dinleyip, çakan şimşeklerin ışığında yağmura baktım. Birden aklıma tuzlar gelmişti. Heyhat… Bu yağmurdan sonra ben o tuzları nasıl toplayacaktım?

                         Ali öyküsünü bitirmişti. Çakan bir şimşek ve arkasından kuvvetli bir gök gürültüsü bizi öyküden çıkardı…

 

                         Ali ağlıyordu…

 

 

 

( Tuz başlıklı yazı Güner Kutluk tarafından 21.02.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.