Yine
sıkı sıkı kapalı pencereleri evin… Ses soluk yok odalarda. Sabahın körü kalkıp
yarım yamalak tıkıştırdıkları birkaç lokmayla atmışlar kendilerini dışarı, ev
sakinleri. Tabii gece eve döndülerse…
Ailenin
her bireyi bir köşesine savrulmuş şehrin. Tespih taneleri gibi ayrılmışlar
birbirinden. İp kopmuş, tespihin parçaları olmaktan çıkmış taneler… Birlik
bütünlük yok olmuş… Yeni bütünlere varmaya yol alıyorlar şimdi. Yeni anlamlara
kavuşmaları lazım…
“Bak!”
diyor Ayten Hanım kızına ibretle. “Şu karşı apartmanı görüyor musun? Ölüler evi
mübarek… Tek bir kıpırtı seçiyor musun pencerelerde? Tüllerin ardından tek bir
gölge geçmiyor. Herkes kimbilir nerelere dağıldı yine? Anne en önden çıkmıştır
mutlaka. O gittikten sonra aile mi kalır geride? Başıboşluk diz boyu…”
“Yine
aynı teraneler…” diyor içinden Meltem. Hep aynı sona bağlanacak upuzun bir
söylevin giriş sözcükleri… “Hanım hanımcık otur dizimin dibinde. Yoksa sen de o
evdeki yaşıtın kız gibi kaybolur gidersin o karmaşada. Her şeyin birbirine
girdiği… En değerli kavramlarla en gündelik kavramların aynı kefeye konup ‘değer’
diye bir şeyin kalmadığı…”
Meltem
ana fikrin hep aynı olduğu yüzlerce söylevini dinlemişti annesinin. Parçalanmış
bir ailenin çocuğu olması nedeniyle yaşıtlarından daha özel bir yere konup
sakınılması bir ölçüde normal geliyordu ona. Ama yaptıkları ve söyledikleri
birbirini tutmayan, tutarsız bir kadın görünümü çiziyordu annesi. Güzel
sözcüklerle kurduğu evren, sözcüksüz bir gerçeğin hüküm sürdüğü gerçek dünyadan
çok uzaklarda bir yere oturuyordu bazen.
Aile
diyordu hep… Değerler… Birlik bütünlük… Peki diğer parça nerdeydi? Babası…
Karşı evdeki kadın gibi sabahın körü çoluğu çocuğu bırakıp kimbilir nereye
koşturan o kadın gibi olmaması onunla aynı sona vardırmamış mıydı Ayten Hanım’ı
da? İkisi de kocasından boşanmış dul kadınlar değil miydi? Hatta Meltem boşanma
nedeninin de aynı olduğunu tahmin ediyordu: İhanet… Kocasının gömleklerini,
pantolonlarını ütüsüz bırakmayan, dört dörtlük bir kahvaltı ettirmeden onu bir
sabah olsun işe göndermeyen bir kadından hiç de daha vahim bir kaderi
yaşamıyordu bir gün olsun doğru dürüst sofra hazırlamayan, ütü yapıp kar gibi
bembeyaz çarşaflar asmayan, karşı komşuları Şebnem Hanım!
Ayrıca
annesinden olumlu yönde farkları da vardı: Mesela bir kez bile asık bir yüzle
görmemişti onu Meltem. Kimi zaman daha az ya da çok oranda ama mutlaka yüzünde
var olan o tebessüm, o yüzün sahibine çok da kötü şeyler sunmadığını
gösteriyordu hayatın. İşte çalışmadığı halde her sabah koşturarak evden çıkması
çok da boşuna değil demek ki dedirtiyordu insana.
Değerleri
var mıydı? Bir sınırı var mıydı gideceği yerin yani? Kimi zaman karşılaştıkları;
öfke, kınama ya da şaşkınlığa neden oluyor muydu onda da, bilinmez. Ama sonuçta
genel olarak gülümseyen bir dünya vardı karşısında. Annesinin yüzünden
yansıyandan çok farklı…
Sinem’se
Şebnem Hanım gibi değildi hiç. Annesini haklı çıkarmak istercesine somurtuk bir
yüz olarak çıkardı hep önlerine. Pencerelerin tülleri aralanıp fazla beyaz,
güneşsiz kalmış yüzünü açığa çıkardığında annesinin onu görmemiş olması için
dualar ederdi içinden Meltem. Çünkü sözlerini kuru sözcükler olmaktan çıkaracak
kadar hayatla dolduruyordu bu kızın hayaletimsi görüntüsü. Sanki tüm gülüşleri
çalınmış, Şebnem Hanım’a verilmişti. Anne kahkahalar attıkça, hayat da bir
parça daha terk ediyordu kızını sanki. Bir gülüşü daha eksilterek içinden…
Annesi
içini okumuş gibi “Kız yine sabahın köründe geldi.” dedi. Ama o saatte gelen
tüm kızlara duyduğu öfkenin zerresini barındırmayan bir sesle… Hep uzaktan
baktığı bir şeyi, öfke uyandıran taraflarından arındıracak kadar yakından
görenlerin anlayışlı haliyle konuşuyordu. “Annesi fark etmemiştir bile. Kadın
evde miydi Allah bilir! Kızı ayağına dolanmasın diye onu tamamen kendi haline
bırakmış… Sözde modern anne… Kızının sınırlarına saygılı… Tek derdi kendi
rahatı oysa… Kızı zerre kadar umurunda değil…”
Abisi
ne yapıyordu peki? Eve uğradığı yoktu ne zamandır! Birkaç gün önce şöyle bir
görünmüştü mutfakta. Kız yüzü daha az beyaz, daha bir güneşli; abisinin yanına
gelmişti bir ara. Tavayı ocağa koyup bir şeyler hazırlamaya başlamıştı ona. Balkonlarının
kapısı açık olduğundan konuşmalarını duyabilmişti Meltem. Anne yine ortalarda
görünmüyordu. Belki erken çıkmıştı yine… Belki de hiç gelmemişti. Ama aile
olmaktan çıkaramamıştı onları, eksikliğiyle. Belki de hiç dahil olmamıştı o
aileye.
Fark
edilmeyi göze alarak uzun uzun seyretmişti onları Meltem. O oğlan daha sık
gelsin o eve, istemişti. O kıza hep güneş getirsin böyle… Ailesi olsun onun… Başkalarının
gülücüklerini çalıp kendininkilere ekleyen o bencil kadının tüm izlerini
yüzünden silsin... Teker teker geri versin ona, tüm gülücüklerini.