Gün değsin yüzüme. Tıpkı şu küçük kız gibi bir
aynaya çevirsin beni. Bir adam geçti az önce bir ağacın önünden. Küçük kızın yüzündeki
ağaçlardan birinin önünden de geçerek… Böyle, bir çocuğun dürüst gözlerinden
seyredildiğini bilse eminim daha bir çekidüzen verirdi kendine. O kaldırımda böyle
rüzgar gibi esip geçerken, an be an doldurduğu boşluklara daha bir anlam
katarak, bedeninin gölgeleşmesine izin vermeden, ruhunu uçup gittiği o uzak yerden
çağırır, tam tekmil hazır bulunurdu var olduğu o noktada.
Ben de öyle bakışlar atacağım artık.
Baktığımı kendisi olmaya çağıran… Yoksa ne anlamı var ki kalabalıkların? Herkes
aklına estiği gibi ruhunu alıp çekip giderse ve sadece anlamsız bir külçe halinde
bırakırsa bedenini, insan nefesi olmayan, bomboş bir sokağa dönmez mi bu yol?
Şu iki genç kız bu düşüncelerime karşılık
verircesine yüksek perdeden anlattıkları yaşamlarıyla, “buradayız” diyorlar
bana. Erkek isimleri geçiyor konuşmalarında. Pembeleşen yanaklar eşliğinde…
Özel bir duyguyla dolduran o isimleri… Sahiplerini adaşlarından çok farklı bir
yere koyan: Sıcacık bir kalbin en orta yerine…
“Günaydın” diyor Sevim Hanım. Apartmandan
komşum… Günaydınlarına sorgu sual katmayan nadir hanımlardan… Gerçek bir
selamlayışla söylüyor o kelimeyi. Yüzüyle, elleriyle, cıvıltılı sesiyle yeni
günü karşılarken, yoluna çıkan her şey gibi beni de katarak gününün içine…
Aynı şekilde karşılık veriyor, ille de
peşinden yeni kelimeleri sürüklemesi gerekmeyen bir “günaydın” da ben diyorum
ona. Eğer çocuklardan, pahalılıktan ve insanların bencilliğinden söz etmeye bir
başlasak büyü bozulur, biliyoruz çünkü. O günaydın sabahı selamlamak olmaktan
çıkar, bedenleri gölgeye çeviren o ruhsuz sohbetlerden birine kapı olur ancak.
İkimiz de ayrı ayrı yollarımıza devam
ediyoruz. Evlerimize yepyeni bir yüzle dönebilmek için alabildiğine bir ayna
yaparak kendimizi, evden alabildiğine uzaklara savruluyoruz. Sevim Hanım ne
durumda bilmem… Ama ben hala çok uzaklara gidemedim. İçime alacak kadar ayna
olamadım hayata. Evden kurtulamadım. Hala O’nun suçlayan gözleri var karşımda.
Geçtiğim sokaklar, soluklanmak için oturduğum duvarlar seyredeceğim onca şey
sererken önüme, çok önemli bir şeyi unutuyorlar aslında: Ağaçların,
kaldırımların, pencerelerin üzerinden o gözleri kovmayı…
Madem onlar beceremiyor, ben kovarım onları.
Kaçmak yerine yüzleşir, dimdik bakarım ta içlerine. Öyle de yaptım. Rastladığım
ilk duvara oturdum ve karşıma çıkmalarını bekledim. Ben böyle savaşmaya can
atan cengaverler gibi tutuşmuş gözlerle didik didik etsem de çevremdeki her
şeyi, önümde uzanan yol ve karşı kaldırımda dizili apartmanların arasından
belirip de bir kez olsun yönelmedi bana o suçlayan gözler. Bütün gücünü
kaçmamdan alan haksız bir suçlamada bulunduklarını da iyice göstermiş oldular böylece.
Ne demişti bana?: “Başkaları yokmuş gibi
davranıyorsun. Sadece sen varmışsın gibi… İnanılmaz bencilsin!”
Ütü tahtasının başında, buharlar arasında
yüzümden terler damlarken pantolonunu ütülemeye çalışıyordum tam da o anda. Peki
o görmemeyi nasıl beceriyordu bu halimi? Üstelik böyle dimdik bakarken
gözlerime… Önceden mi hazırlamıştı o cümleleri yoksa? Çünkü o anla ve görüntüyle hiç eşleşmeyen şeyler söylüyordu
bana.
Eşinin pantolonunu ütüleyen bir kadın olmak
çok büyük bir fedakarlık gerektirmiyordu elbette. Ama en azından ‘bencil bir eş’
olmadığını anlatan bir resmin içine koyuyordu insanı. Alnından şıpır şıpır
terler akarken, ‘alın teri’ denen şeyden çok da uzak bir yere koyamıyordu insanlar
seni.
Ama O görünümlerle ve onların ifade
ettikleriyle ilgilenemeyecek kadar kendi içine gömülmüştü. Oradaki
görüntülerimle değerlendiriyordu beni. Mesela kayınvalidemin karşısında somurtuk
bir yüzle otururken… Onun iki saniye önce bana söyledikleriyle yüzümdeki tüm
çizgilerin aşağıya doğru yönelmesi arasında en küçük bağ kurmadan…
Evet, dünkü o yemek neden olmuştu bu
suçlamaya. Kayınvalidem masamızı şereflendirmişti dün akşam. Çiğnediği her
lokmada oğlunu bedbaht eden o beceriksiz kadından izler arayarak… Beni
zihnindeki o kadın yapmak için kendine bile ihanet edip olmayan tatlar bularak
yediklerinde… Tane tane ağızda eriyen pilava bile “biraz dibi tutmuş galiba”
yaftası yapıştırabilecek kadar izin vererek, nefretinin tüm duyumlarını
köreltecek kadar ileri gitmesine…
Evet, kabul ediyorum: Somurttum. Öyle böyle
değil hem de… Bir şeylerin ardına saklamaya çalışmadan, çok konuşup gürültüye
boğmadan kayınvalidemin gözüne gözüne soktum yüzümle, hayatıma yaptıklarını. Çünkü
önceki deneyimlerimden biliyordum, gülümseyen bir yüz hiçbir işe yaramıyordu. Şimdiye
dek ne zaman yediklerinden söz etse ya da beni aşağılamasına vesile olacak
başka bir şeyden… ben hep “şundan da buyurmaz mısınız anneciğim” türünden pişkinlik
örnekleri sergilemiş, sözlerinden alınmadığıma, ne derse desin ona verdiğim
değerde zerre eksilme olmayacağına ikna etmeye çalışmıştım onu. Ama aldığım
netice hep beklediğimin tam tersi olmuş, olgun tavrım karşısında mahçup olmak
yerine işi daha da azıtmayı seçmişti.
Yani dün akşamki tepkim, bir anlık öfkeye
dayalı, öncesi sonrası hesapsız o çocuksu tepkilerden değildi. Enine boyuna
üzerine düşünülmüş ve tüm çözüm yollarının tüketildiğine inanılan bir sorun
karşısında, uzlaşmak için tek bir dayanağı kalmamışların verdiği; beklentisiz, amaçsız,
öylesine bir duygu boşaltımı…
Sokaklar O’nun gözlerinden kurtulunca gerçek
anlamda ilerlemeye başlamıştım ben de. Her adımım daha uzağa, daha evden
dışarıya götürüyordu beni. Uzaklaştıkça daha iyi anlıyordum: Onun gözlerini her
yere koyarak, kendimi suçlayan aslında bendim. Yürüdükçe ve kendimi ikna
ettikçe suçsuzluğuma; ağaçlar, binalar ve insanlar onun suçlayan bakışlarından sıyrıldıkça,
evden çıkarken yokluğunu hissettiğim o tertemiz havayla doluyordu içim.
Gün değiyordu yüzüme. Ruhum arkamda
bıraktığım o evden gelmiş, tam olarak bu kaldırıma getirmişti beni. Tıpkı o
küçük kız gibi dürüst bakışlarla davet ediyordum herkesi, mahpus olduğu o
yerden ruhunu çağırmaya… Ve ruhsuz kalabalıkların ıssızlığından kurtarmaya bu sokağı...