Mutsuzluk bir alışkanlık mıdır? Anlık olmayan,
günlerle aylarla ölçülen o durgunluktan söz ediyorum. Dünya yansa umurunda
olmayan günlerden…
Günler kovalar birbirini. Güneş doğar, batar. Bu
iki durum arasına sığdırılmaya çalışılır hayat. Her doğan güneş yeni bir günü
müjdeler. Yeni bir hayatı… Tek bir günü, günlerden oluşan uzun bir zincirin tek
halkasından ibaret görmek en baştan ihanet etmektir güneşe. Çünkü güneş umut
demektir. Yeni bir başlangıç…
Peki, bu mutsuzları nereye koyacağız bu sahnenin
içinde? Perdelerden sızmaya çalışan sabaha sıkı sıkı gözlerini yuman, ara ara saate
kaçamak bakışlar fırlatıp hala sabah olduğunu görünce, uyku getirecek bir
şeyler bulurum diye birbiri ardına sıralayan zihinlerindeki defterleri… Can
yakmayan, huzuru hatırlatan sahnelerin olduğu sayfaları aralamaya özen gösteren…
Ama çocuklar rahat bırakmaz bir türlü. Ve serçeler…
Bir cıvıltıdır alıp başını gider. Göz kapaklarını anlamsız kılacak kadar günle
doldurur odayı. İşte müzmin mutsuzları en tedirgin eden de bu ısrarlı tutumudur
sabahın. Çocukluktaki sabahları hatırlatır insana. “Hadi kalk artık… Okula geç
kalacaksın!” diyen anneyi… Tabii tüm bunlar geçim derdi olmayan, ailesinin
kanatları altındaki o şanslı azınlıktan mutsuzlar için geçerlidir. Yataktan kalkmama
gibi bir seçenekleri olabilenler için yani…
Peki diğerleri ne yapıyordur o anda? Mutsuz
olmayanlar… Daha doğrusu herkes kadar mutsuz olanlar… Yani hayatın kendilerine mutlu
olma şansı sunmasına izin verenler… Mutsuzluklarının; karşılaştıkları
insanlarla ya da durumlarla bağlantısını yitirdiği o noktaya varmamış,
yüzlerine farklı ifadeler giydirmeyi hala becerebilen, yaşamın getirdiklerine
karşı bir duvar örmeyen mutsuzluklarıyla…
Onlar çalar saatlerini susturuyor, uzun uzun
geriniyorlardır muhtemelen. Kimileri birkaç denemede bulunsa da yataktan
çıkmayı başaramayıp geri dönmüştür belki de yastıklarına. Ama bunun, sabaha
karşı mutsuzların gösterdiği türden o direnişle en küçük ilgisi yoktur. Tamamen
bedensel bir durumdur söz konusu olan. Uykuyu atamayan bir zihin ve vücut
vardır. Ama bu uykucu ikilinin sahibi duruma önceden talimli olduğundan,
önlemini almış ve on dakika sonra tekrar çalmaya başlamıştır saat.
Mutsuzlar da saatlerini çalmaya kurabilirler.
Sonuçta çok canı gönülden olmasa da onların da yataktan kalkmayı isteyecekleri
durumlar olabilir çünkü. Güneşle, yeni başlangıçlarla pek ilgisi olmasa da
onların da güçlü bir nedenleri olabilir, güne başlamak için. Sonuçta bir mutsuz
da karnını doyurmak zorundadır. Elektrik, doğalgaz faturası; apartman aidatı,
yiyecek içecek masrafları ve daha bir sürü şey vardır onu sabahı karşılamaya
zorlayan.
Geçim derdi olmayan o azınlıktan değilse, o da
herkes gibi tam zamanında ayakta olmalı, duşunu alıp kahvaltısını etmelidir.
Gülümseyen bir yüzle güne merhaba diyenlerden çok da farkı yoktur bir şeyler
atıştırırkenki telaşında. Yaşamsal zorunluluklar o insanlarla kendisini ister
istemez aynı bütünün içine koyar. Tabii hiç de küçümsenmeyecek bir fark vardır
onlarla arasında. O gülümseyen, yeri geldiğinde öfkelenen, kısacası mutsuzluğu
kaderi olarak seçmeyen insanlar alelacele evden çıkıp işe gittiklerinde ve o
dosyalar, rakamlar arasında boğulup birkaç dakika soluklanmak istediklerinde,
çağırdıkları bazı görüntüler vardır zihinlerinde. Onlara aradıkları nefesi bol
bol veren… O mola anlarında, hatırlamaya ihtiyaç duydukları şeyleri getirip
koyan önlerine… Dosyalar arasında kaybettikleri şeyleri… “Bunca saat neden bu ıvır zıvırla uğraşıyorum?
Tamam, faturaları birilerinin ödemesi gerekli... Birileri mutfağı yiyeceklerle
doldurmalı, koltukları yenilemeli, hafta sonu bir yerlere götürmeli
sevdiklerini… Bu hayat denen okyanusta görünür kıpırtılar yaratabilmek için belli
bir standarda ulaştırmalı yaşamı… Ama bu büroda saatlerce tıkılıp kalmamı
açıklamaya yetebilir mi tüm bunlar?” deyip duran içlerindeki o dırdırcıyı
uzunca bir süre için susturabilecek kadar güçlü bir neden verir onlara.
Bir kadın vardır… Ya da adam… Karşı cinsten biri…
Çok özel bir yeri olan dünyanda… Ve belki de çocuklar vardır. Yani güneşi
dostun kılan, ısınmayı, okşanmayı çağrıştıran birileri vardır. Uykunu henüz
alamamış, bin bir zorlukla yataktan çıkmanı; yüzüne suyu boca edip bir an önce
güne başlamayı zorunlu kılan her şeyin, hayatını anlatan o resmin içinde bir
yeri vardır çünkü. Aceleyle banyoya girişin, tıraş köpüğünü yüzüne sürüşün sevdiğin
insana dokunmak gibidir… Ve O’nun merkezinde olduğu o resme dahil her şey, O’na
varacağın yolda birer yol arkadaşı…
İşte müzmin mutsuzlarla mutlu olabilenler
arasındaki temel fark da budur: Mutsuzlar da erken kalkarlar diğerleri gibi.
Duşlarını alır, aceleyle kahvaltılarını ederler. Gazeteye göz atar, apar topar
atarlar kendilerini kapıdan. İş yerine gelir, dosyalara gömülürler saatlerce.
Mutlu olabilenler kadar çok çalışırlar. Bazen dinlenmeye de ihtiyaç duyarlar onlar
gibi. Ama onlar gibi bürolarına çağıracak resimler yoktur zihinlerinde. Bu
dosyaları, duvarları ve ruhlarını havasız bırakan diğer her şeyi bir anlama
bürüyecek, dinlenmeye ayırdıkları o birkaç dakikayı taptaze nefeslerle dolduran
tek bir nedenleri bile yoktur.