Aşkın;
Nizamiye kapısından girince insan,
Mürekkep olup dökülmek,
Kalem olup yazmak istiyor farkında
olmadan.
İki mısradan sonra şiir,
Ardından şâir olup ağlarken ağlatmayı da öğreniyorsun;
Derken bir bakmışsın sırtında gözyaşı
sepeti yol alıyorsun.
Önce günler sonra aylar;
Hay Allah onca yıl nasılda geçmiş
dediğin bir iç sesle,
İirkilip elindekilere bakıyorsun.
Kır saçlarının kalbindeki kırışıklıklar,
İç döküyor o çok sevdiğin aynadan,
Sana seni yeniden anlatıyor hey hatt
diyerek
Ve
Sus pusu oluyorsun hatıralarının.
Kutsal bir emanetin,
Çığ gürültüsünde ezilmek ne feci
birşeydi.
Kar olup örttüğün,
Bahar olup açtığın o gül kokulu tenlerin,
Aslında kendi kokun olduğunu,
Çağladığın ırmaklarla yarışanın,
Sadece senin kalbinin olduğunu bilmek ve
anlamak.
Kısa ömrün uzun hayal aralığında,
Kaybolmanın iki yolu vardı; ya ilahi
aşkla inzivaya,
Ya da dünyevi aşkla kabuğuna çekilmekti.
Sanırım kabuğum artık beni ısıtmıyor !
Yorgun düşlerin bezgin yıldızları
altında beklenenler;
Tecrübe sınıfında kara tahtaya atılan
çeltikler gibi demir atmıştı ne yazıkki.
Şimdi,
Hayatı başa almak sandığım mısraların
kölesi oldum !
Kaybolma sınırında boşlukta sallanan
ayaklarım,
ve üşüyen ellerimle,
Çıkarıp denklemi soru kitapçığından,
Hayatımı yazıyorum çarpım tablosunda.
İşe yaramayacağını bilerek,
Koşmak neyin nesiydi bilmiyorum ama
koşuyorum işte !
Biliyor musunuz ?
Elimde olsa yağmur olup yağmak,
Bir silindir gibi geçmek isterdim bu
hayatın üzerinden.
Ama
İstemiyorum.
Acıyı seviyorum nedenini bilmesem de…
Bülent KAYA