Neden başka güneş başka topraklar ararsın? Kendi toprağından kaçmakla kendinden kaçabilir misin? - HORATİUS
“Al başını ve çek git!” diyen bir hayattan geliyorum ben. Geldiğim yol kadar bulamadığımı gittiğim yol kadar aramaya meyilli menzillerim. Geçtiğim yerlerde hep baktıklarım dizili kaldı. Ne çare! Olmadı, olgunlaşamadı gözlerim ve her zaman gördüklerini aradı. Eksiklerimin arasında nasıl da çoğaltmışım gördüklerimi. Uzanmak isteyince her şey madde de kaldı. Dokunabildiğim bir şey bile tutunamayacağım her şey oldu. Anladım, beni ben yapan, bastığım topraklar değil, üzerimden geçen hatıralardı.
Kaçmak bir kurtuluş değildi gözlerinde “yaş”lanmış bir hayatı öldürebilecek kadar güçlü olmayınca. Yüreğini deşen kirpiklerin yarası kapanırdı sen nasırlara takılıp acı çukurlarına düşmeyince. Durgunlaşırdı tüm zelzeleler ve sönerdi ve de biterdi muntazır takvim yapraklarının üzerinde kuruyup kalmış “yaş”ların. Mühimlik güçlü olabilmendi. Çekip gitmek ertelemekti oysa uzaklaştığın kadar geriye varıyordun ne çare! Cümlelerini esir almış terk etmelere hayrandın. Oysa görmedin, göremedin kaldığın yerde, karşı koyabildiğin, gerçeklerinde varken göçtüğün yollarda güçsüzlüğüne ağlayacaktın.
Bulamıyordun nihayetinde. Yoktu ne aradıkların ne de olmasını istemediklerinin yokluğu. İstemediğin her şey seninle geliyordu, kaçamıyordun. Ardın ufkuna yansıyordu ve güneşlerini güçsüzlüğünün eseri olan adımların ile çiğneyip kalanlarının çamuruna bulanmış ayakların ile kirletiyordun. Bu değildin bir zamanlar. Daha az yaran vardı, nasırlarının üzerini yırtacak kadar kaşımıyordun. Tırnakların kan içmiyordu teninden ve sızlamıyordun, korkmaktan korkmuyordun, daha bir cesaretliydin. Olan olmuştu şimdi. Bir daha ardına takılıp düşmen demek aynı hatayı tekrar etmendi. Artık gittiğin, gidebildiğin yere kadar arayacaktın kaybedemediklerini.
Yürüdün, yürüdün ama hiçbir iz kalmadı ayaklarının altında. Yıpranmışlığı kendineydi ayakkabılarının. Tüm renkler sıfatını boyamıştı. Öznesi düşmüş bir ömürdü seninki. Zamirler kadar tanılıyordun. Dünya baktıklarından ibaretti, hissedemiyordun. “Var” veya “yok”tu tüm yenilerin, iyi ile kötüyü ayırt edemiyordun. Annesini kaybetmiş iki adımlık bir yolcuydun. Ne dosttan haberin vardı ne de düşmandan. Koşmaya kalktıkça tökezledin. Şimşekler çaktı başının üzerinde, bulutlar vuruştu. Kanı soğuk akan bir savaştı seninki. Acıyordu canın fakat ağlamanın ne demek olduğunu bilmiyordun. Görecek kadar şuurlu değildin aslında çünkü baktıkların görmeyi geldiğin yerde unutmuş, gittiğin kadar unutuyordun. Unutuluyordun aslında. Tozlu bir sözlüğün, olmayacak, sayfalarına sinmiş ıslak mürekkeptin, yelkovandan akrebe kuruyordun.
Anlayabildin mi şimdi? Arttığın her yer eksiklerin ile doluydu. Bakamıyordun olmadıkları için ama görüyordun. Kelimelerin fısıltılarını kusuyordu kulaklarına rüzgârlar. Karanlıkları mabet edinmişti düşüncelerin. Düşündüğün kadar vardın ve olmayınca bir şeyin sen onu her şeyin ile yoğuruyordun. Görüyordun işte anlasana hissedebildiğin kadar tutunuyordun. Yaratmak Allah’a mahsustu sen yaratılmış olanı bulmaya çalışıyordun. Zaman sıkıcı değildi bir zamanlar, çünkü sıcacık bir gözyaşı uğruna yıllarını veriyordun. Şimdi aradıkların var ya işte onlar bir zamanlar görmeye değil bakmaya bile değer vermediklerindi. Anlıyor musun şimdi? Sen dokunamadıklarına tutkulu sabahsız bir uykuydun. Uyandın da ne oldu? Varlığı buldun. Özeti şudur ki buldukça kaybediyordun.
El izlerini taşımayan bir gökyüzü var şimdi başının üzerinde. Bastığın topraklarda kendini taşıyamayan adımlar atıyorsun. Anlıyor musun kaybettiklerin kaybettiğin yerde kaldı? Aramaya çıktıkça yollar seni aldı ve hatıraların yolun başında öksüz, yetim bir çocuk gibi kalakaldı. Anlamlandırabiliyor musun şimdi? Aradıkların cami avlusunda bırakılanlar kadardı. Belki annesi de babası da vardı ama elleri çok erken vakitte boşluğa emanet kaldı.
Erdal ŞAHİN
Beni benden başkasının
kelimeleri anlatamaz…