Akrepler ve yılanlar.
Küçükken ben ya çok
korkusuzdum, ya da ben küçüklüğümde
korkunun ne olduğunu
tam olarak bilmiyordum. Ya da ben küçüklüğümde
çok haylaz çok yaramaz biriydim.
Benim çocukluğumun
geçtiği zamanlarda bizim yazın göçtüğümüz
bağlarımız
bahçelerimiz vardı.
Buralara yaz
aylarında bu yerlere bizler her yıl yaz bahar ayları gelince muntazaman göç
ederdik.
Bahçelerde mandal,
mandal evlek, evlek ekip diktiğimiz sebzelere bakar yetiştirirdik.
Hem de, yaz aylarında
bahçelerdeki ağaçların
serin gölgelerinde çağlayan
derelerdeki suların sesleri içinde sıcak yaz günlerini geçirirdik. Derelerden
akan suların seslerini dinleyerek, yetiştirdiğimiz
sebze meyveleri yiyerek her yıl sonbaharı getirirdik.
Bizim bahçelerde eskiden
ağaç
pek çok olurdu.
Özellikle de
bahçelerimizde ceviz ağaçları,
ve ona benzer oldukça çok meyve veren ağaçlar
olurdu.
Bir de bizim bahçelerin,
kenarlarında su arıklarının geçtiği yerlerde kereste
yerine kullandığımız
bol miktarda sıra, sıra dizilmiş Selvi kavaklarımız olurdu.
Bahçelerimiz genelde arazinin
çok engebeli olması yüzünden, mandal, mandaldı ve aralarında taş
duvarlar vardı.
Ve bu mandalların
toprakları da, çok taşlı
mandal araları da taş
duvarlar olduğundan,
yaz aylarında hangi taşı
kaldırsan altından
pabuç gibi sapsarı zehir saçan akrepler çıkardı.
Özellikle de ören
yerlerindeki yıkıntı taşların
altında her yerden çok
daha fazla akrepler olurdu.
Ben bu herkesin
yakınına yaklaşmaktan
bile çok korktuğu
bu zehirli hayvanları neden bilmem küçükken kızdırmayı çok severdim.
Onu taşların
altında bulduğum
zaman, kavak ağacının
hemen kabuğunu
soyar, elimde bir maşa
ya da maşaya
benzer bir şeyle
bu hayvanı tutar, soyduğum
kavak kabuğunun
üstüne
koyardım.
Ve sonra da bu hayvana
üstünden bastırarak kaçırmadan eziyet etmeye başlardım.
Adeta bu zavallı hayvanı orada üzerine basa, basa
deli ederdim, onu çıldırtırdım.
Canı yanan bu zavallı
hayvan, bana bir şey
yapamayınca bütün hıncını benim
yerime üstüne bastırdığım
maşaya
ya da ona benzer şeye
doğru
kuyruğunu
kıvırırdı. Sonra da onun üzerine sap sarı zehrini boşaltmaya
başlar
kendince zarar vermeye öldürmeye başlardı.
Boşalttığı
zehirler, ağaç
kabuğunun
üzerinde sapsarı toplanırdı.
Şimdi ben bunları
hatırlıyorum da, ben bunlardan o zamanlar nasıl korkmuyordum anlayamıyorum.
Oysa o zehrin tek bir
damlası bile, bir insanı birkaç saniye içinde öldürmeye yeter de artardı bile.
Bu ürkütücü korkunç
miktarda zehre sahip hayvanı, daha sonra bıraktığımda
o kadar hızlı
kaçardı
ki, kaşla
göz arasında
bir anda en yakın taş
duvarların içinde
kaybolur giderdi.
Ya da bunlara hiç
eziyet etmediğimde
ses çıkarmaz kimseye zarar vermezdi kendi haline yaşardı.
Onlara hiçbir şekilde
dokunmadığımda
kimseye zararı olmayan taşların
altında duvarların
içinde kendi kendine yaşayan
bir hayvan olurdu bunlar.
Bunlar zarar verseler
bile, zararı sadece kendilerine zarar verenlere yaparlardı.
Bunlardan başka
bir de bizim oralarda yılanlar vardı, onlar da çoktu bizim oralarda.
Onlar da bizim
oralarda, otluk yerlerde taşlık
yerlerde, ören yerlerinde, ya da mezarlık içlerinde kendi alemlerinde yaşadıkları
doğal
ortamlarında gezer dolaşırlar,
avlanırlar yaşarlardı.
Onların sıcak yaz
günlerinde oynayışlarını
ve sonra birbirlerine sarılarak kimseden
korkmadan kaçmadan ayakta sevişmelerini
az seyretmedim.
Ama ben onlara hiçbir
zaman dokunmazdım onlara dalaşmazdım.
Ve onları hiçbir
zaman öldürmeye de, kalkmazdım.
Çünkü benim rahmetli babam
derdi ki
“Oğlum
yılana dokunmayan bin yaşasın”
diye bir söz vardır.
Sen ona dokunma ki,
sen de yaşa,
o da yaşayasın.
Derdi devamlı.
Çünkü bana anlattıklarına
göre bir yılanı özellikle de, çiftleşme zamanında
öldürürsen mutlaka sana kin tutar yılanın eşi bir gün
gelir seni sokardır derlerdi.
Sanırım bu sözün
bende çok etkisi oluyordu ki, yılanlarla ne kadar yaramaz da olsam pek fazla uğraşmazdım
onların yuvasına çomak sokmazdım.
Onları bir yerlerde
gördüğümde,
onları sadece uzaktan,
uzaktan durup seyreder izlerdim.
Zaten yılanlar da
kendisi için tehlikeyi sezdiğinde, ya da yakınında
bir canlının olduğunu
fark ettiğinde,
hemen süzülerek ortalıktan kaybolur giderlerdi.
Hiç kimseye zararları
da olmazdı. Kimseye de zarar vermezlerdi.
Ama sanırım ben ona
da akrebe yaptığım
eziyeti yapsam, yani onun da yuvasına çomak soksaydım mutlaka ve mutlaka, o da kalkar
sensin falan demez en yakınında kim varsa ilk ona zarar verirdi.
Bilmem ben bunları şimdi
durup dururken neden yazıyordum amma, içimden bunları yazmak geldi. Ve ben
bunları bir şeylerden
esinlenerek bir anda aklıma geleni burada kaleme alıverdim.
Biliyorum, siz
okuyucular diyeceksiniz ki şimdi yahu sen yazacak bir şey
bulamadın da, şu
çocukluk günlerinde yaşadığın
o pis korkunç akrep ile yine bir o
kadar tehlikeli korkunç Yılan hikayesini mi yazdın diyeceksiniz sözünü
kulaklarımda ben duyar gibiyim.
Evet bunu yazdım;
Bana göre konunun
iyisini de kötüsünü de yazmak lazımdır.
Ve bu yazılanlardan ve
bazısının konularından bazı dersler de çıkarmak lazımdır okuyan insan oğlunun.
19.Kasım 2012
A.Yüksel Şanlı
er