4. EVİMİZ
Evimiz, aşağı harmanlara yakındı. Kapalı bir avlusu vardı. Buraya geniş, iki kanatlı bir kapıdan giriliyordu. Avludan bir kapı ile ahır bölmesine geçiliyordu. Burada Ablamların inekleri ve samanlığı bulunuyordu. Avlunun diğer bir bölümü de odunluktu. bir duvar ile ayrılan diğer bölümüne ise kubur deniliyordu. Burası, insan dışkısının toplandığı yerdi. Bir müddet beklettikten sonra, bu şeyin gübre olarak kullanma ihtimali vardı.
Avludan tahta bir merdivenle yaşam katına ulaşılıyordu. Burada tahta döşemeli bir sahanlık, sahanlığa açılan bir büyük bir de küçük oda vardı .Sahanlıkla bağlantılı, KAŞ dediğimiz, sanki ön teras gibi ( toprak- kum karışımlı) bir yer ve onun bir köşesinde de memişhane vardı. Kaştan, seyyar bir merdivenle , evin damına çıkılıyordu. Evin damı da , Kaş gibi , toprak- kum karışımıyla kaplıydı. Yağmur yağdığı zaman , içeriye sızıntı yapmaması için , silindir gibi , yuğa taşıyla damın toprağı sıkıştırılmalıydı. Aksi takdirde, yağmur içeri akardı. Böyle eski tip evlerde , odalar ışığı bacalar ve damda açılmış küçük deliklerden alırdı.
Büyük odada ablamlar, küçük odada ise ebemle ,Ben kalıyorduk. Odalar, hem oturma, hem mutfak, hem de yatak odası olarak kullanılırdı. Bu maksatla, kiler vazifesi gören bir ambar, açık bir ocak, bazılarında, raflar ve oturmak için sedirler ayrıca birde gusülhane bulunurdu . Elimizi, yüzümüzü, bir ibrikle Kaş denen yerde yıkardık.
Muhittin, bisikletini avluya koydu; avlu kapısını kapatarak yukarıya çıktık. Şükriye ablamla iki küçük kızı, merdiven başında bizi bekliyorlardı. Oğlu Hüseyin, karşılayıcılar arasında idi, ama henüz ortalıkta görünmüyordu . Şükriye ablam, İkiz eniştemi göremeyince :
-Muhittin ! Enişten gelmedi mi? Diye sordu . O ‘da
-Hayır, gelmedi. Bir hafta sonra gelecek ; amcasıyla yapılacak bir işi varmış, selam söyledi” diye cevap verdi. Önce ebemin , sonra da , ablamın elini öptü. Yeğenlerimiz için de
-Bunlar senin mi abla ? dedi. Evet cevabını alınca; eğilerek Onları okşadı, heybesinden şekerleme gibi bir şeyler çıkararak, çocuklara verdi. Ablama da iki kalıp sabun getirmişti.
Muhittin, heybesini , bizim odaya bırakıp,
-Ben köy odasına gidiyorum, diyerek merdivenlere yöneldi. Ben de Onu takip ettim.
Adetti. İstanbul dan gelenlerin ekserisi, köy odasına uğrarlar, köyde kalanların, bilhassa, yaşlıların, hâl ve hatırlarını sorarlar, Onların meraklı sorularına muhatap olacaklarını bilirlerdi . Her birinin anlatacağı bir şeyler olurdu. Akşam namazına kadar, karşılıklı, muhabbet devam ederdi. Namazdan sonra herkes evine çekilir, akşam yemekleri, köy yerinde, erken yenirdi. Gençler, köy odasına tekrar döner, muhabbete devam ederlerdi. Öbürleri de evlerinde, çoluk - çocuğu ile hasret giderirlerdi.
5. AŞIMIZ- EKMEĞİMİZ
Eve döndüğümüzde, Ebem yer sofrası hazırlamıştı. Döşeme üzerine bir örtü yayılmış, üzerine
yaslaş, yaslaç’ın üzerine de iki bakır sahan konmuştu. Yemek aynı sahan içinden yenirdi. Başlıca yemeğimiz, tarhana çorbası, bulgur pilavı idi. O akşam, ilâveten patates yemeği ve un helvası vardı. Un helvası da şeker yerine pekmezle yapılmıştı.
Sofranın etrafına, bağdaş kurarak oturduk. Yere yayılı örtünün uçlarını dizlerimizin üzerine çektik; çatal- bıçak bilmiyorduk; zaten gerekmiyordu da. Yemeği ya tahta kaşık, ya da ekmek lokması ve iki parmak yardımıyla ağzımıza götürüyorduk. İyi ki tahta kaşığımız vardı; aksi takdirde, çorbayı başımıza dikmemiz gerekecekti.
Köyümüzün ekmeği, 25-30 cm. çapında ve 1,5—2cm. kalınlığında olur, ismine BAZLAMA denirdi. Her evde bu ekmek pişerdi. Kışın neyse de yazın sıcağında, ateş karşısında oturarak, saatlerce ekmek pişirmek, köy kadın ve kızlarının büyük çilesiydi. Ekmeği muhafaza etmek de ayrı bir sorundu. İki - üç gün geçmeden, üzerleri çilleniverirdi. Tabii, kalabalık ailelerin ekmek pişirme işi daha zordu .Ekmeğin bu muhafaza zorluğu nedeniyle, komşular birbirlerinden ödünç ekmek alır; pişirdikleri zaman da iade ederlerdi.
O akşam bizim sofrada değişik bir ekmek vardı. Yuvarlak ve bombeliydi. İçi bembeyazdı, güzel bir lezzeti, hoş bir kokuya sahipti. İlk defa görüyor ve tadıyordum. Muhittin kasabadan getirmişti¸ Ona Somun diyorlardı.
Yemekten sonra, Şükriye ablamlarla Kaşta toplandık. Konuşmalar sırasında, Muhittin’in köyde kalıcı değil, bir kaç gün içinde , gidici olduğunu öğrendik. Dolayısıyla Onu doğru dürüst tanıyamayacaktım. Artık yatma zamanı gelmişti. Ben Ebemin yanında, muhittin de yanımıza yere serilmiş yatakta yattı.
Ertesi günü , güneş doğmadan önce , Ebemle beraber, Ben de kalktım. O namaz kılarken, merak bu ya, bisikletin bulunduğu avluya indim. Orasını, burasını ellerken, aksilik bu ya, bisiklet gürültüyle devrilmesin mi? Gürültüye Muhittin uyanmış, geldi; onu yerden kaldırdı; biraz söylendi; bununla beraber, çorba içtikten sonra, beni bisikletle gezdireceğine söz verdi.
6. EBEM VE KIZLARI
Sabah tarhana çorbasının yanında , bilmediğim, görmediğim şeyler de vardı. Bunlar,: kaşar ve beyaz peynirle , kara zeytindi .Muhittin getirmişti. İlk defa tadıyordum. Bunlar benim için özel yiyeceklerdi, ve ancak köydeki zenginlerin alıp yiyebileceği şeylerdi. Köyde süt, yoğurt, tereyağı gibi şeyler bulunur, fakat beyaz peynir yapmasını bilmezlerdi. Ama Ebem bunların tadını biliyordu. Çünkü O’da bir zamanlar, genç bir kızken, İstanbul’da yaşamıştı. Arada, sırada anlatırdı: Büyük bir köşkte hizmet ediyordu. Daha ziyade köşkün mutfağında çalıştırıyorlardı. Soğan soyup, çentip doğramaktan gözleri yaş içinde kalırdı. Daha nice sıkıntılar içinde çalışmıştı ki dayanamayıp köye dönmüştü. Köye döndükten sonra evlendirmişlerdi. Kocası, köyün nüfuzlu ailesinden, ABACI sülalesinden Mehmet’ti. Ondan bir kız çocuğu olmuştu.Bir de Süleyman dayım. Onlar kuzeyimizde bulunan Sorgun köyünde yaşıyorlardı. Ev bark sahibi olmuşlardı. Daha ziyade Hava teyzemi tanıyordum. Birkaç defa köye gelmişti. Abacı Mehmet, bir müddet sonra “boş ol“ diyerek Ebemi boşamıştı.
Ebem ikinci evliliğini
Sorgundaki Hava teyzem nadiren köye gelirdi. Civan teyzem ise yanımızdaki evde oturuyordu; üç tane çocuğu vardı ve kocasıyla beraber geçinmek için didinip duruyorlardı.Tarlaları kafi gelmediğinden, bazen, yarıcı olarak ta iş yapıyorlar, ancak geçiniyorlardı. Ebeme yardım edecek durumları yoktu; biraz da serde cimrilik vardı. Üçüncü kızı annemdi; köy şartları dul kalan bir kadının hemen evlenmesini zorunlu kılıyordu. Aksi takdirde sonu perişanlıktı. İşte ebem göz önündeydi. Ebem bu yaşta çalışmak, sağa, sola iş görerek kışlık erzakını toplamak, yakacak odununu toplayıp, sırtında taşıyıp, depolamak zorundaydı.
Ebemin bir diğer talihsizliği de tek oğlunun , birinci cihan harbinde şehit olmasıydı. Şehit olan Arif dayımın da yetim kalan bir oğlu vardı. Dul kalan gelin de bir başkasıyla evlenmiş, çocuğunu da beraberinde götürmüştü. Fakat annem beni beraberinde götürememişti. Çünkü evlendiği adam kendisinden gençti. O’ da karısını boşamış, kızını ise boşadığı karısına vermemiş, yanında alıkoymuştu.
Anam Onunla evlenince, yalnızca Nadire ablamı yanında getirmesine müsaade edilmişti. Biraz da Beni ebemin yanında bırakmak mecburiyetinin nedeni buydu. Bu mecburiyetlerden birisi de herhalde, ebeme ve bana, yani yaşadığımız eve gelmemesiydi. Çünkü öyle bir ziyareti hiç hatırlamayacaktım. Bu aylarda ve yıllarda ise ebemin sıcaklığından başka, anne sıcaklığı tatmamış, ninnisini duymamıştım.
“Bu duygularımı, yıllar sonra, aşağıdaki dizelerde dile getirecektim”.
“Bazen mazi derim, döner bakarım.
On yaşın altını, tekrar, tekrar yaşarım .
Bir köy ki küçük, tarlalar, bağlar,
Bir çocuk ki, yetim kalmış durmadan ağlar.”
Ne anne kucağı, ne de ninnisi;
Salıncakmış, beşikmiş, bunlar da nesi!?
Tek gözlü bir oda, doksanlık bir nine ;
Duyduğum sıcaklık, yalnız, Onundu yine.”
Annemi nasıl ve nerede tanıdım bilemiyordum. Hatıramda hiç yoktu. Yalnız hatırladığım şey; gizli ve dolambaçlı yollardan Onun yaşadığı eve gidişimdi. Bu anne hasreti miydi? Yoksa açlık
duygusu muydu? Veya ikisinin karışımı mıydı bilemiyordum. Böyle gidişlerimde, bir dilim ekmek vererek, beni savardı. Ve
-Amcan görmesin, diye tembih etmeyi de unutmazdı. Demek ki kocasından çekiniyordu.
Ebem doksan yaşındaydı, ama, hâla, yanakları kırmızıydı. Beli bükülmüştü, ama, kendi işini, kendi görüyordu, gözlüksüz, iğneye iplik geçirebiliyor, kendinin ve benim yırtıklarımızı yamayabiliyordu. Kimi aç, kimi zaman tok, yaşama savaşı veriyorduk.