Hikaye / Anı Hikayeler

Eklenme Tarihi : 1/16/2013
Okunma Sayısı : 1544
Yorum Sayısı : 3
Günün Yazısı

Bu Yazı 1/17/2013 tarihinde
GÜNÜN YAZISI
olarak seçilmiştir.
 
 
               4.   EVİMİZ

Evimiz,  aşağı  harmanlara  yakındı.  Kapalı  bir  avlusu  vardı.  Buraya  geniş, iki kanatlı bir kapıdan giriliyordu. Avludan  bir  kapı  ile  ahır  bölmesine  geçiliyordu. Burada  Ablamların  inekleri  ve samanlığı bulunuyordu. Avlunun  diğer  bir  bölümü  de  odunluktu.  bir  duvar  ile  ayrılan  diğer bölümüne  ise  kubur deniliyordu. Burası,  insan  dışkısının toplandığı yerdi. Bir müddet beklettikten sonra,  bu  şeyin  gübre olarak  kullanma  ihtimali  vardı.

Avludan  tahta  bir  merdivenle  yaşam  katına  ulaşılıyordu.  Burada  tahta  döşemeli  bir  sahanlık, sahanlığa açılan  bir  büyük  bir  de  küçük  oda  vardı .Sahanlıkla  bağlantılı,  KAŞ  dediğimiz, sanki ön  teras  gibi ( toprak-  kum   karışımlı)  bir  yer ve  onun  bir  köşesinde  de memişhane  vardı. Kaştan,  seyyar  bir merdivenle , evin  damına  çıkılıyordu. Evin  damı  da , Kaş  gibi , toprak-  kum karışımıyla  kaplıydı. Yağmur  yağdığı  zaman  ,  içeriye  sızıntı  yapmaması  için  , silindir  gibi , yuğa   taşıyla  damın  toprağı sıkıştırılmalıydı.  Aksi  takdirde,  yağmur  içeri  akardı.  Böyle  eski  tip evlerde ,  odalar  ışığı  bacalar  ve damda  açılmış  küçük  deliklerden  alırdı.

Büyük  odada  ablamlar,  küçük  odada   ise  ebemle ,Ben  kalıyorduk.  Odalar,  hem  oturma, hem mutfak, hem  de  yatak  odası  olarak  kullanılırdı.  Bu maksatla,  kiler  vazifesi  gören  bir  ambar, açık  bir  ocak,  bazılarında,  raflar  ve  oturmak  için  sedirler  ayrıca  birde  gusülhane bulunurdu . Elimizi,  yüzümüzü,  bir  ibrikle  Kaş  denen  yerde  yıkardık.

Muhittin,  bisikletini  avluya  koydu; avlu  kapısını  kapatarak  yukarıya  çıktık. Şükriye  ablamla  iki küçük  kızı, merdiven  başında  bizi  bekliyorlardı. Oğlu  Hüseyin,  karşılayıcılar  arasında  idi,  ama henüz  ortalıkta  görünmüyordu .  Şükriye  ablam, İkiz  eniştemi   göremeyince :
-Muhittin !  Enişten  gelmedi  mi? Diye  sordu .  O ‘da
-Hayır,  gelmedi.  Bir  hafta  sonra  gelecek ;  amcasıyla  yapılacak  bir  işi  varmış,  selam  söyledi” diye  cevap  verdi. Önce  ebemin ,  sonra  da ,  ablamın  elini  öptü.  Yeğenlerimiz  için  de
-Bunlar  senin  mi  abla ? dedi.  Evet  cevabını  alınca;  eğilerek  Onları  okşadı,  heybesinden şekerleme  gibi  bir şeyler  çıkararak,  çocuklara  verdi.  Ablama  da  iki  kalıp  sabun  getirmişti.
Muhittin,  heybesini ,  bizim  odaya  bırakıp,
-Ben  köy  odasına  gidiyorum,  diyerek   merdivenlere  yöneldi.  Ben  de  Onu  takip  ettim.

Adetti. İstanbul dan  gelenlerin  ekserisi,  köy odasına uğrarlar, köyde kalanların, bilhassa, yaşlıların, hâl ve hatırlarını  sorarlar,  Onların  meraklı  sorularına  muhatap  olacaklarını  bilirlerdi . Her  birinin anlatacağı bir şeyler olurdu. Akşam  namazına  kadar, karşılıklı, muhabbet devam ederdi. Namazdan sonra herkes evine  çekilir,  akşam yemekleri, köy yerinde,  erken  yenirdi. Gençler, köy  odasına tekrar döner, muhabbete  devam ederlerdi. Öbürleri  de  evlerinde, çoluk - çocuğu ile hasret giderirlerdi.

               5.  AŞIMIZ-  EKMEĞİMİZ

Eve döndüğümüzde,  Ebem  yer  sofrası  hazırlamıştı.  Döşeme  üzerine  bir  örtü  yayılmış,  üzerine
yaslaş, yaslaç’ın üzerine  de  iki  bakır  sahan  konmuştu. Yemek aynı sahan  içinden  yenirdi. Başlıca yemeğimiz,  tarhana  çorbası,  bulgur  pilavı  idi.  O akşam,  ilâveten  patates  yemeği  ve un  helvası vardı. Un  helvası  da  şeker  yerine  pekmezle  yapılmıştı.

Sofranın etrafına, bağdaş  kurarak  oturduk. Yere  yayılı  örtünün uçlarını  dizlerimizin  üzerine çektik; çatal- bıçak  bilmiyorduk; zaten  gerekmiyordu  da. Yemeği  ya  tahta  kaşık,  ya  da  ekmek lokması  ve  iki parmak  yardımıyla  ağzımıza  götürüyorduk.  İyi  ki  tahta  kaşığımız  vardı;  aksi takdirde,  çorbayı başımıza  dikmemiz  gerekecekti.

Köyümüzün  ekmeği,  25-30 cm.  çapında  ve  1,5—2cm.  kalınlığında  olur,  ismine  BAZLAMA denirdi.  Her  evde  bu  ekmek  pişerdi.  Kışın  neyse  de  yazın  sıcağında,  ateş  karşısında   oturarak,  saatlerce  ekmek  pişirmek,  köy  kadın  ve  kızlarının  büyük  çilesiydi.  Ekmeği muhafaza etmek  de  ayrı  bir  sorundu.  İki -  üç  gün  geçmeden,  üzerleri  çilleniverirdi. Tabii,  kalabalık ailelerin  ekmek  pişirme  işi  daha  zordu .Ekmeğin  bu  muhafaza  zorluğu  nedeniyle,  komşular   birbirlerinden  ödünç  ekmek  alır;  pişirdikleri  zaman  da  iade  ederlerdi.

O akşam  bizim  sofrada  değişik  bir  ekmek  vardı.  Yuvarlak  ve  bombeliydi.  İçi  bembeyazdı, güzel bir  lezzeti, hoş  bir  kokuya  sahipti.  İlk  defa  görüyor  ve  tadıyordum.  Muhittin kasabadan getirmişti¸ Ona  Somun  diyorlardı.

Yemekten  sonra,  Şükriye  ablamlarla  Kaşta  toplandık.  Konuşmalar  sırasında, Muhittin’in   köyde kalıcı değil,  bir  kaç  gün  içinde ,  gidici  olduğunu  öğrendik.  Dolayısıyla  Onu  doğru  dürüst tanıyamayacaktım. Artık   yatma  zamanı  gelmişti.  Ben  Ebemin  yanında,  muhittin  de yanımıza yere  serilmiş  yatakta yattı.                                                                                             

Ertesi  günü ,  güneş  doğmadan  önce ,  Ebemle  beraber,  Ben  de  kalktım. O namaz  kılarken, merak  bu ya, bisikletin bulunduğu avluya indim. Orasını, burasını ellerken, aksilik bu ya, bisiklet gürültüyle devrilmesin mi?  Gürültüye  Muhittin uyanmış, geldi; onu  yerden kaldırdı; biraz söylendi; bununla beraber, çorba içtikten  sonra,   beni  bisikletle  gezdireceğine  söz  verdi.
 
               6.  EBEM  VE  KIZLARI

Sabah  tarhana  çorbasının  yanında ,  bilmediğim, görmediğim  şeyler  de  vardı. Bunlar,: kaşar  ve beyaz peynirle ,  kara  zeytindi .Muhittin  getirmişti.  İlk  defa  tadıyordum.  Bunlar  benim  için özel yiyeceklerdi, ve  ancak  köydeki  zenginlerin alıp yiyebileceği  şeylerdi.  Köyde  süt,  yoğurt, tereyağı gibi şeyler bulunur, fakat beyaz peynir yapmasını bilmezlerdi. Ama  Ebem bunların tadını biliyordu. Çünkü O’da bir  zamanlar, genç bir kızken,  İstanbul’da yaşamıştı. Arada, sırada anlatırdı: Büyük bir köşkte  hizmet ediyordu. Daha ziyade köşkün mutfağında çalıştırıyorlardı. Soğan soyup, çentip doğramaktan gözleri yaş içinde kalırdı. Daha nice sıkıntılar içinde çalışmıştı ki dayanamayıp  köye dönmüştü. Köye döndükten sonra evlendirmişlerdi. Kocası, köyün nüfuzlu ailesinden, ABACI sülalesinden  Mehmet’ti. Ondan  bir kız  çocuğu olmuştu.Bir de Süleyman dayım. Onlar kuzeyimizde bulunan  Sorgun köyünde yaşıyorlardı.  Ev bark sahibi olmuşlardı. Daha ziyade Hava teyzemi tanıyordum. Birkaç defa  köye gelmişti. Abacı  Mehmet,  bir  müddet sonra “boş ol“ diyerek Ebemi boşamıştı.

Ebem  ikinci  evliliğini

Sorgundaki Hava teyzem nadiren köye  gelirdi. Civan  teyzem ise  yanımızdaki  evde oturuyordu; üç tane çocuğu vardı ve kocasıyla beraber geçinmek için didinip duruyorlardı.Tarlaları kafi gelmediğinden, bazen,  yarıcı olarak ta  iş  yapıyorlar,  ancak  geçiniyorlardı.  Ebeme yardım edecek durumları  yoktu;  biraz  da serde  cimrilik  vardı. Üçüncü  kızı  annemdi;  köy  şartları  dul  kalan bir kadının  hemen  evlenmesini  zorunlu  kılıyordu.  Aksi  takdirde  sonu  perişanlıktı.  İşte  ebem göz önündeydi. Ebem bu yaşta  çalışmak, sağa,  sola  iş  görerek kışlık  erzakını  toplamak, yakacak odununu toplayıp,  sırtında  taşıyıp,  depolamak  zorundaydı.

Ebemin  bir  diğer  talihsizliği  de  tek  oğlunun ,  birinci  cihan  harbinde  şehit  olmasıydı. Şehit olan  Arif dayımın  da  yetim  kalan  bir  oğlu  vardı.  Dul  kalan  gelin  de  bir  başkasıyla evlenmiş, çocuğunu  da beraberinde  götürmüştü.  Fakat annem beni beraberinde  götürememişti. Çünkü evlendiği adam kendisinden  gençti.  O’ da karısını boşamış, kızını ise boşadığı  karısına vermemiş, yanında alıkoymuştu.

Anam Onunla  evlenince,  yalnızca  Nadire  ablamı  yanında  getirmesine  müsaade  edilmişti.  Biraz da Beni ebemin  yanında  bırakmak  mecburiyetinin  nedeni  buydu. Bu mecburiyetlerden  birisi de herhalde, ebeme ve bana, yani yaşadığımız eve gelmemesiydi. Çünkü öyle bir ziyareti hiç hatırlamayacaktım. Bu aylarda ve yıllarda  ise  ebemin  sıcaklığından  başka,  anne  sıcaklığı tatmamış,  ninnisini  duymamıştım. 
“Bu duygularımı, yıllar  sonra, aşağıdaki dizelerde  dile getirecektim”.
 
“Bazen mazi derim, döner bakarım.
On yaşın altını,  tekrar,  tekrar yaşarım .
Bir köy  ki  küçük,  tarlalar, bağlar,
Bir  çocuk ki, yetim kalmış durmadan  ağlar.”
 
Ne anne kucağı, ne de  ninnisi;
Salıncakmış, beşikmiş, bunlar da nesi!?
Tek  gözlü  bir  oda, doksanlık  bir  nine ;
Duyduğum  sıcaklık, yalnız, Onundu  yine.”
 
Annemi  nasıl  ve  nerede  tanıdım  bilemiyordum. Hatıramda  hiç  yoktu.  Yalnız  hatırladığım  şey; gizli  ve dolambaçlı  yollardan  Onun  yaşadığı  eve gidişimdi.  Bu  anne  hasreti  miydi? Yoksa açlık
duygusu muydu? Veya  ikisinin  karışımı mıydı  bilemiyordum. Böyle  gidişlerimde, bir dilim  ekmek vererek, beni  savardı. Ve
-Amcan görmesin, diye  tembih  etmeyi  de  unutmazdı.  Demek  ki  kocasından  çekiniyordu.

Ebem  doksan  yaşındaydı,  ama,  hâla,  yanakları  kırmızıydı. Beli  bükülmüştü,  ama,  kendi  işini, kendi görüyordu, gözlüksüz, iğneye iplik geçirebiliyor, kendinin ve benim yırtıklarımızı yamayabiliyordu. Kimi  aç,  kimi  zaman  tok,  yaşama  savaşı  veriyorduk.
 

( Zorlu Dönemeçler-1 başlıklı yazı coni tarafından 1/16/2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu