1 Zorlu Dönemeçler-1-b3-15-18

Hikaye / Anı Hikayeler

Eklenme Tarihi : 4.02.2013
Okunma Sayısı : 1414
Yorum Sayısı : 1
Günün Yazısı

Bu Yazı 5.02.2013 tarihinde
GÜNÜN YAZISI
olarak seçilmiştir.
 

               15. BOLU   DEPREMİ
 1944  yılını  ocak  ayıydı.   Sabaha  karşı,  bir  yer  sarsıntısı  ile  uyanmıştık.  Evin  duvarları  öyle  kalındı  ki,  bir  kaç  sıva  çatlağı  ile   felaketi  atlatmıştık.  Ama,  Bolu  ve  civarından  kötü  haberler  gelmeye  başlamıştı.  Oralarda,  ölüm  ve  hasar  olduğu   söyleniyordu.
 Aradan,  bir  kaç  gün  geçmişti,  Okul  dönüşü,  Dayım  da  arkamdan  eve  girmiş,  ve  bana  dönerek:
  -Yusuf!  Eve  geliyordum,   bir  kaç  kişinin    konuşmalarına kulak  misafiri  oldum.  Güdül  ve  civarında  da   zelzeleden,  hasar  gören  yerler  varmış.  Seni  köye  gönderip,  kendi  gözünle,  neler  olup,  bittiğini  görmeni  istiyorum.  100  lira  yol  parası  vereceğim,  trene  atla,  hemen  yola  koyul ,  dedi.  Bu  haber  ve  Dayımın  kararlı  hali,  bende  endişe  yaramıştı.  Fazla  vakit  kaybetmeden,  istasyona  yollandım,  20,3o   da  kalkan   eksprese  bilet  aldım.  Yol  boyunca  da  acaba   köyde  neler    oldu?  Şeklindeki    endişem  devam  etmişti.  Sabahleyin,  Ankara’da,  istasyondan,  otobüs  garına  ulaştığımda,  benim  gibi,  köye  gitmek  isteyen  insanlarla  karşılaştım.  Otobüsle  Ayaş’a  kadar  gidince,  orada  da  köyden,  çadır  ve  yardım  malzemesi  almaya  gelenlerle  karşılaştık.   Onlar,  köyün  durumunu  anlatınca ,  üzüntüden  kahrolduk.  Çadır  ve  yiyecek  malzemelerini  katırlara  yükleyerek,  kimi  zaman  hayvan  sırtında  kimi  zaman  yaya,  kar,  çamur,  sel  suları  ile  boğuşarak,  gece  yarısı  köye  ulaşmıştık.  Doğruca   annemlere  indim.  Annem  ve  kardeşim  celâl   ile  hasret  giderdikten  sonra,  yorgunluktan,  hemen  yatmak  mecburiyetinde  kaldım.  Gecenin   karanlığında  göremediğim  yerleri,  sabahın  ışığında,  harap   olmuş  görünce,  çok  üzüldüm.  Bizim,  eski  ev,  tamamen  çökmüştü.  Çok  sevdiğim,  ikiz  eniştem,  Şükriye  ablam  ve  beş  çocuğu,   hayatlarını  kaybetmiş,  damdaki  hayvanlarının  tümü  telef  olmuştu.  Ebemle,  benim  kaldığım  odada  ise,  yalnızca,  Muhittin  kurtulmuştu.  Nerelerde   dolaştığı  belli  olmayan  Muhittin,  O  kış  köye  gelip,   bizim  eski  evde    kalmaya  karar  vermişti.   Zelzele  sırasında,  Çatıdan  düşen  bir  mertek,  Omun  üstünde  koruyucu  olmuş,  hayatını    kurtarmıştı.  Tanrı,  Onun  ecelini   henüz   geciktirmişti.  Ebemin,  eceliyle de  olsa  ölmüş  olması,  beni  derinden  yaralamıştı.  Bu  sebeplerle,  göz  yaşlarımı  tutamamıştım.
 Kardeşim  Celâl  büyümüş ,  annem  biraz  daha  zayıflamıştı.  Nadire nin    bir  oğlu  olmuş,  ismini,  Mehmet  koymuşlardı.  Onun  çocuğunu  da   görmek   kısmet  olmuştu.   Keza,  Yusuf  Ağanın  da  ,  yabancıdan,  bir   oğlu  olmuştu.  Muhittin  de ,  bir  kıza  aşık  olmuş,  bu  yüzden,  köyden  ayrılamamıştı.  Üstelik,  sevgilisine  hediye  almak  bahanesiyle,  benden  35  lira  tırtıklamıştı.  Her  şeye  rağmen,  hayat  devam  ediyordu.  Köyde  üç  gün  kalarak,  geri  dönmüştüm.
 Dayım  ve  yengem,  getirdiğim  kötü  habere  çok  üzülmüşlerdi.  Acele   olarak  köye   hareket  ettiğim  için,  okuldan  da  izin  alamamıştım.  Döndüğümde,  hem,  öğretmenimiz,  hem  de  arkadaşlarım  beni  merak  ettiklerini  söylemişlerdi.  Durumu  anlatınca,  Onlar  da  çok  üzülmüşler,  beni  teselli  etmeye  çalışmışlardı.
 İkinci  karneyi  almıştık.  Derslerimin  üçü  iyi,  diğerleri  pek  iyi  idi.  Karneyi,  ilk  önce  yengeme  gösterdim.  Notları  görünce:
- Sana  yeni  bir  pantolon  dikeceğim,  Dayına  da  söyleriz,  bir  ayakkabı  aldırtırız,  dedi.  Gerçekten  dediğini  de  yaptı.  23  nisan,  çocuk  bayramı  şenliklerine,  bu  yeni  kıyafetlerle  gitmiştim.  Ama,  diğer  çocuklar  gibi   merasim  için   değil,  seyirci  olarak.
 Zaman  ilerledikçe,  kan kardeşim  kadirle,  geleceği  düşünmeye  başlamıştık.  O da  benim  gibi,  fakir  bir  aileden  geliyordu.   Konuşa,  konuşa  askerî  orta  okula  gitmeye  karar  verdik.  İkimiz  de  subay  olmak  istiyorduk .  Hevesimiz  bu  yöndeydi.  Resmi  elbiseleriyle,  subayları  gördükçe,  onlara  gıpta  ile  bakarak,”  işte,  bunlar  gibi  olmak  istiyoruz”  demeye  başlamıştık.  Bu  konuyu,  bir  ara,  Dayıma  da  açmıştım:
 -İyi  düşünmüşsünüz,  hele  okul   bitsin,  ondan  sonra  düşünürüz,  demişti.
                   16. BİR  HASTALIK (kızamık )
 Mayısın  ilk  haftasıydı.  Cumartesi  ve  Pazar  günü,  vücudum da  bir  kırgınlık,  başımda  da  bir  ağrı  hissetmiştim.  Biraz  da  öksürüğüm  vardı.  Buna  rağmen,  Pazartesi  günü  okula  gittim.  İkinci  derste,  arkadaşlardan  biri”—Yusuf  ağabey!  Senin  yüzünde,  boynunda  kırmızı,  kırmızı  sivilceler  var”  deyince,  Diğer  arkadaşlar  bana,  dönüp,  dönüp  bakmaya  başladılar,  Bu  durum,  öğretmenin  dikkatini  çekti  ve  O’ da  beni  şöyle  bir  tetkik  ettikten  sonra:
 -Eve  git,  istirahat  et.  Bir  doktora  göstermeyi  de  ihmal  etme,  diyerek,  beni  eve  gönderdi.  Önce  dayıma  uğradım,    Beni  bir  memurla,  belediyenin  doktoruna  gönderdi.  Doktor  şöyle  bakar  bakmaz,
 -kızamık  olmuşsun,  istirahat  edeceksin,  üşütmeyeceksin,  sulu  şeyler  yiyip,  içeceksin,  tavsiyesinde  bulundu.
 Artık,  yataktaydım.  Hararetim  ve  ateşim  yüksekti.  Yengem,  sık,  sık  ıhlamur  kaynatıp  içiriyordu,  ama  gözümün  önünde,  hep Kızık  yaylasındaki  buz  gibi  sular  canlanıyordu.
 Bu  arada,  Dayım  yine,  ilk  torununun  özlemini  duymuş,  Erdem  vasıtasıyla  getirtmişti.  Olacağın  önüne  geçilmiyordu.  Küçük  torunu  Gülcan’a  benden  kızamık  bulaşmıştı.  Herkes  üzüntü  içindeydi.  Annesine  ne  denecekti,  Nasıl  haber  verilecekti.?  Neyse  ki,  küçük  olduğu  için,   hastalığın  seyri, benim  kadar  ağır  olmamış,  benden  daha  çabuk  iyileşmişti.  Tabii  bunda,  Ona  gösterilen  ihtimamın  da  dahli  vardı.
 İmtihanlara,  10-15  gün  kalmıştı.  Yatakta  bile  çalışmayı  sürdürüyordum.  Bir  an  önce,  okula  dönmek  istiyordum.  Ama ,  rapor  almadan,  okula  dönemeyeceğimi  anlatmışlardı.  Neticede,  doktordan  rapor   alarak  okluma  kavuşmuştum.  On  iki  gün  süren   imtihanlar  neticesinde,  bütün  derslerden,  pek  iyi  alarak, okulu  bitirmiş,  sevinçle  beraber,  biraz  da  gurur  duymuştum
                   17.ASKERİ   OKUL   HAYALİ
 Artık, askerî  okula  müracaat  sırası  gelmişti.  Dayımla  askerlik  şube  reisine  gitmiş,  istenilen  evrakları   hazırlamaya  koyulmuştuk.  Bunlardan  en  önemlisi  sağlık  raporu  idi.  Askerlik  şubesi,  kan  kardeşim  Kadiri  ve  beni   Haydarpaşa  askerî  hastanesine  sevk  etmişti.  Oraya  gitmeden  önce,  yengemin  çok  yakın  arkadaşı  olan  Lütfi’ye  teyze,  Baş  tabibe  hitaben  bir  mektup    vermişti.  Baş  tabip,  doktor  olan  rahmetli  eşinin  talebesiydi.  Kocası  da   aynı  hasta ede  baş  tabiplik  yapmıştı.  Sevgili  paşasını,  hasret  ve  rahmetle  anıyordu.
 Temmuz  ayında,  sıcak  bir  gündü.  Trenden  iner  inmez,  Kadirle  beraber,  dayımın  dul  olan  kız  kardeşinin  yani  Hatice  halamın ,  Kurbağalı  Dere  kenarındaki  evini  arayıp  bulmuş  ve  kendisine  geliş  sebebimizi  anlatmıştık.
 Ertesi  günü,  halamla  birlikte,  hastaneye  gitmiş,  doğruca  baş  tabibe  çıkarak  Lütfiye  teyzenin  mektubunu  vermiştik. Paşa ,  mektubu  okuduktan  sonra,  “  bir  engel  çıkarsa  bana  gelin”  demişti.  Gerçekten  de  Kadir  için  değil  ama,  benim  için  ilk  engel  çıkmıştı.  Beni  muayene   eden  kulak-  burun-  boğaz  doktoru:
 “Oğlum ,  sen  bu  kulakla  asker  olmazsın”  diyerek,  kulağımda  işitme  zorluğu  olduğunu  belirtmişti.  Üzülmekle  birlikte, soluğu  paşanın  odasında  aldım  ve  durumu  anlattım.  Baş  hekim,  ilgili  doktora  telefon  ederek,  kulağımın  yıkanmasını  ve  tekrar  muayene  edilmemi,  emretti  ve  beni  aynı  doktora  gönderdi.  Bu  defa  sonuç  olumluydu.  Ancak,  raporların  hazırlanması  zaman  alacaktı  ve “ iki  gün  sonra  gelin “  denmişti.
 Cumartesi-  pazara  rastlayan  bu  iki  dünlük  süreyi   Yasemin  ablamlar da geçirmek  bana  daha  cazip  gelmişti,  halama  Onun  adresini  vermesini,  oraya  gitmek  istediğimizi  söyledim.  Tramvayla,  Üsküdar’a  gittik,  oradan  da  boğaz  vapuruna  bindik.  Bu  boğaza  vapurla  ilk  seyahatimdi.  Vapur  zikzak  yaparak  boğazın  her  iki  tarafını  da  görmemize  imkan  veriyordu. Büyük  bir  zevkle  seyrediyordum.  Sağlı,  sollu,  o  güzel  yalıları  ve  yemyeşil  yamaçları  sanki  beynime  kazıyordum.
 Bir  buçuk  saat  süren  bir  yolculuktan  sonra   vapurdan  inmiş  ve  sorarak  evin  adresini  bulmuştuk. Ev  koca  bir  konak  görünümündeydi.  Ablam  beni  ve  arkadaşım  karşısında  görünce  çok  şaşırdı.  Ona,  kısaca  durumu  anlatınca  da :
 -İnşallah,  ikiniz  de  subay  olursunuz,  bunu  yürekten  temenni  ediyorum,  dedi.  Kocası  da  Yedek  subay  olarak,  ikinci  defa  göreve  çağrılmış,  halen  Trakya’da  bulunmaktaymış.   Yasemin  ablam,  iki  günlük  misafirliğimiz  sırasında  Kadir  ve  bana  sanki  itibarlı  birer  misafirmişiz  gibi  davranmış,   çekingenliğimizi  üzerimizden  atmamızı  sağlamıştı,  bu  sebeple  her  ikimiz  de  oradan  ve  Ondan  memnun  olarak  ayrılmıştık ..
 18.KAPANAN  VE  AÇILAN  KAPILAR
 
 Sağlam  raporumuzu  alarak,  sevinç  ve  ümitle,  İzmit’e  dönmüştük.  Bütün  evrakları  tamamlayarak,  askerlik  şube  reisine  elden  teslim  etmiştik.  Artık,  Konya  askeri  orta  okul  müdürlüğünden  gelecek  cevabı  bekleyecektik,  yapacak    başka bir  şey  yoktu.
 İki  hafta  sonunda  gelen  cevabî  yazı  bütün  ümit  ve  hayallerimi  yıkmıştı.  Bu  konuda  ikinci  engel  de  karşıma  dikilmişti.   Gelen  yazıda  şöyle  deniyordu”  Bulunduğunuz  yerde  orta  okul  mevcut,  yönetmenliğe  göre,  sizi  talebe  olarak  kabul  etmemiz  mümkün  değildir.”  Benim  kadar,  Dayım  ve  yengem  de  gelen  cevaba  çok  üzülmüştü.  Dayımla  birlikte,  tekrar,  şube  reisini  görmeye  gitmiş,  Onun  tavsiyesi  üzerine,  bir  dilekçe  daha  göndermeye  karar  vermiştik.  Bu  dilekçede.” İzmit’te  muvakkat  olarak  bulunuyorum.  Asıl  memleketim,  Ankara-  Yelli  köyü dür.  Orada  da  orta  okul  yoktur.  Bu  durum  nazarı  itibara  alınarak,  okulunuza  kabul  edilmemi  arz  ederim”  ifadeleri  yer  alıyordu.
 Verdiğimiz  dilekçeye  cevap  gelinciye  kadar,  zamanımı  değerlendirmek  ve  biraz  harçlık  kazanmak  düşüncesiyle,  bir  işe  girdim.  Bir  Macar  firması,  Halk  evi  ve  civarını,  asfalt  yapıyordu.  Bir  ekmek  ve  yevmiye  olarak  da  275  kuruş  veriyorlardı.  Güneş  bir  taraftan,  kaynayan  katran  kazanları  diğer  taraftan,  çalıştığımız  yer  cehennem  gibiydi.  Bu  işin  pisliği  de cabasıydı.  Üstelik,  yengem  de  pislik  içinde  eve  geldikçe,  haklı  olarak  bana  kızıyordu.  Neyse  ki  bu çalışma  uzun  sürmemiş,  bir  ay  içinde  31  lira  alarak  işten  ayrılmıştım.
 Lütfi’ye  teyze,  benim  okula  kabul  edilmeyişime,  bizimle  beraber  üzülenlerdendi.  Bu  sebeple, rahmetli  eşi  vasıtasıyla  tanımış  olduğu,  Askerî  liseler  Müfettişine,  bir  mektup  yazmıştı. Gelen  cevapta :”  Bahsettiğiniz  çocuğun,  Askerî  orta  okul  yönetmenliğine  göre,  okula  kabul  edilmesi  mümkün  değildir. İstenirse,  Onu,  Kırıkkale  askerî  sanat  okuluna  kabul  ettirmem  mümkündür”  deniyordu.  Allah  bir  kapıyı  kapamış,  yeni  bir  kapı  aralamıştı.  Yeni  bir  ümitle,  Ankara’nın  yolunu  tutmuştum .Belirtilen  adrese  gittiğimde,  Müfettişi  evinde  hasta  buldum.  Yine  de   ilgilenip,  telefon  etmek  suretiyle,  beni  ,  Kırıkkale’ye,  okul  müdürüne  göndermişti.  Okul  müdürü,  evraklarımı  incelerken,  yaşımın  12  olduğunu  görmüş  ve:
 -Maalesef,  evladım,!  Yönetmeliğe  göre,  14-17  yaşları  arasındaki  çocukları  kabul  ediyoruz,  demişti.  Bu  kat-î  ifadeyi  duyunca,   üzüntümden , neredeyse,  müdürün  önünde  ağlayacaktım.  Böylece,  bir  ümit  daha  sönmüştü.  Yeis  içinde,  İzmit’e  dönmekten  başka  çare  bulamamıştım.  Getirdiğim  habere,  dayım  da,  yengem  ve  Lütfi’ye  teyze  de  çok  üzülmüşlerdi.  Bilhassa  dayım,  bir  yerlere  girip,  mutlaka  okumamı  istiyordu.  Okumaya  karşı  çok  hevesli  olduğumu  bildiğinden,  sağa,  sola  baş  vuruyor,  kimden  yardım  alabiliriz  diye  çırpınıyordu.  Aslında,  ben  de  dayıma  yük  olmak  istemiyordum,  Beş  tane  çocuğa  bakmanın  ne  kadar  zor  olduğunu  biliyordum.  Üstelik,  ticaret  erbabı  değil,  kendisi  memur  olunca,  sıkıntıya  düşmüş,  evini  bile  bankadan  alığı  kredi  ile  tamamlamıştı.
 Aradan  bir  kaç  gün  geçmişti.  Bir  akşam,  dayım  eve  gelince:
 -Yusuf!  Sana iyi  bir  haberim  var.  Şimdiye  kadar  nasıl  akıl edemedik,  hayret!  Bu  gün  milli  eğitim  müdürü  ile  konuştum.  1  eylülde,  Devletin  açtığı    leyli  meccani  imtihanı  varmış,    müdür, bu  imtihana  girmeni  tavsiye  etti.  Yarından  tezi  yok,  bir  dilekçe  ile  müracaat  etmeliyiz,   senin  bu  imtihanı  kazanacağından  eminim,   diyerek  beni  sevindirmişti.  Tanrı,  bir  kapıyı  kapatıp,  yeni  bir  kapı  daha  açmıştı .  Göğsüme  taze  bir  ümit  doğmuştu.
 Nihayet,  imtihan  günü  gelip  çatmıştı.   İmtihan  salonuna  girdiğimde  benim  gibi,  pek  çok  talebenin   olduğunu  görmüştüm.  Kan kardeşim  kadir  de  içlerindeydi,  çünkü,  Askerî  orta  okuldan  Ona  henüz  cevap  verilmemişti.   Sorular    benim  için   oldukça  kolaydı  ve   imtihan   iyi  geçmişti,  ancak,  neticelerin ,  bir  buçuk,  iki  ay  sonra  geleceğini  öğrenmiştik.  Bunu  Dayıma  söyleyince:
 -Her  ihtimale  karşı,    seni ,  İzmit  Orta  Okuluna  kaydettirmemiz  gerekiyor,  demişti.  Dolayısıyla.  Ben  de  15  eylülde    okula  kaydımı  yaptırmıştım.
 18  eylül,  bu  gün  bayram.  Bir  gün  önceden,  elbiselerimi  temizleyip,  ütülemiştim.  Ceketim,  biraz  eskiydi  ama  olsundu.  Hiç  olmazsa  temizdi.
 Biz  üç  erkek,  Erdem,  Erkan  ve  ben  bayram  namazına  gitmiştik.  Namazdan  sonra  da  eve  gelip,   ailece bayramlaşmıştık  Kızların  üçü  de  benimle  dargın  oldukları  halde,  bayram  hatırına,  barışıp  bayramlaşmışlardı.  Dayım,  çıkarıp,  harçlık  olarak 2,5  lira    vermişti.  Tabii,  yengem  de  mendil.  Öğleden  sonra  ise,  Aymet  Dayılara,  bayramlaşmaya  gittik  Ümmühan  da ,  bizim  kızlara  uymuş,  benimle  konuşmuyordu.  O  da  bayram  hatırına  elini  vermişti  Ama  biliyordum  ki,  üç  gün  bayramdan  sonra,  benimle  yine  konuşmayacaklardı.  Bütün  bunlara  sebepse,  Çiğdemdi,  Ona  karşı  tutumumdaki  değişiklikti.
  Aymet  dayı  da   yeğenlerinden  ayırmayarak bana  da  bir lira  bayram  harçlığı  vermişti.  Utanmakla  beraber,  böyle  bir  günde ,  bu  parayı  alamazlık  edemezdim.  Nede  olsa  bayram  harçlığı  idi.  Bu  paralar  üç  gün   boyunca, sinema  ve  bayram  yeri  harcamalarına  yeter  de  artardı  bile.
 O  gün,  öğle  yemeğini,  cümbür -  cemaat  Aymet  dayılarda  yemiştik.  Onlarla,  bilhassa  Ümmühan la  bir  arada  bulunmaktan  zevk  duyuyordum.  Ancak  yediğimiz  et  yemeğini  tatlılı  yapmışlardı.  Celep  ve  kasaplık  yaptıkları  için,  et  yemeğini  fazlaca  yiyorlar  ve  adetleri  veçhiyle,  et  yemeğini  böyle  tatlılı  yapıyorlardı.  Bense  bunu  pek  sevmemiştim.
 25  eylülde  okullar  açılmıştı.  Bütün  talebeler  bahçede  toplanmış,  kimin,  hangi  sınıfa  gideceği  bildirilmişti.  Bizim  sınıfta,  ikisi  erkek,  altısı  kız,   olmak  üzere  sekiz   Yenituranlı  vardı.  İlk  günü  ders  yapılmamış,  çocukları  ben  idare  etmiştim.  Daha  sonra  da  beni  sınıf   mümessili  seçmişlerdi.  Burada  da  öğretmenlere.  Kendimi,  kısa  sürede  sevdirmiştim.  Hele,  İngilizce  gibi,  ilk  defa  tanıştığımız  bir  dersten  iyi  not  almam  beni   çok  sevindirmişti.
( Zorlu Dönemeçler-1-b3-15-18 başlıklı yazı coni tarafından 4.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.