15. BOLU DEPREMİ
1944 yılını ocak ayıydı. Sabaha karşı, bir yer sarsıntısı ile uyanmıştık. Evin duvarları öyle kalındı ki, bir kaç sıva çatlağı ile felaketi atlatmıştık. Ama, Bolu ve civarından kötü haberler gelmeye başlamıştı. Oralarda, ölüm ve hasar olduğu söyleniyordu.
Aradan, bir kaç gün geçmişti, Okul dönüşü, Dayım da arkamdan eve girmiş, ve bana dönerek:
-Yusuf! Eve geliyordum, bir kaç kişinin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Güdül ve civarında da zelzeleden, hasar gören yerler varmış. Seni köye gönderip, kendi gözünle, neler olup, bittiğini görmeni istiyorum. 100 lira yol parası vereceğim, trene atla, hemen yola koyul , dedi. Bu haber ve Dayımın kararlı hali, bende endişe yaramıştı. Fazla vakit kaybetmeden, istasyona yollandım, 20,3o da kalkan eksprese bilet aldım. Yol boyunca da acaba köyde neler oldu? Şeklindeki endişem devam etmişti. Sabahleyin, Ankara’da, istasyondan, otobüs garına ulaştığımda, benim gibi, köye gitmek isteyen insanlarla karşılaştım. Otobüsle Ayaş’a kadar gidince, orada da köyden, çadır ve yardım malzemesi almaya gelenlerle karşılaştık. Onlar, köyün durumunu anlatınca , üzüntüden kahrolduk. Çadır ve yiyecek malzemelerini katırlara yükleyerek, kimi zaman hayvan sırtında kimi zaman yaya, kar, çamur, sel suları ile boğuşarak, gece yarısı köye ulaşmıştık. Doğruca annemlere indim. Annem ve kardeşim celâl ile hasret giderdikten sonra, yorgunluktan, hemen yatmak mecburiyetinde kaldım. Gecenin karanlığında göremediğim yerleri, sabahın ışığında, harap olmuş görünce, çok üzüldüm. Bizim, eski ev, tamamen çökmüştü. Çok sevdiğim, ikiz eniştem, Şükriye ablam ve beş çocuğu, hayatlarını kaybetmiş, damdaki hayvanlarının tümü telef olmuştu. Ebemle, benim kaldığım odada ise, yalnızca, Muhittin kurtulmuştu. Nerelerde dolaştığı belli olmayan Muhittin, O kış köye gelip, bizim eski evde kalmaya karar vermişti. Zelzele sırasında, Çatıdan düşen bir mertek, Omun üstünde koruyucu olmuş, hayatını kurtarmıştı. Tanrı, Onun ecelini henüz geciktirmişti. Ebemin, eceliyle de olsa ölmüş olması, beni derinden yaralamıştı. Bu sebeplerle, göz yaşlarımı tutamamıştım.
Kardeşim Celâl büyümüş , annem biraz daha zayıflamıştı. Nadire nin bir oğlu olmuş, ismini, Mehmet koymuşlardı. Onun çocuğunu da görmek kısmet olmuştu. Keza, Yusuf Ağanın da , yabancıdan, bir oğlu olmuştu. Muhittin de , bir kıza aşık olmuş, bu yüzden, köyden ayrılamamıştı. Üstelik, sevgilisine hediye almak bahanesiyle, benden 35 lira tırtıklamıştı. Her şeye rağmen, hayat devam ediyordu. Köyde üç gün kalarak, geri dönmüştüm.
Dayım ve yengem, getirdiğim kötü habere çok üzülmüşlerdi. Acele olarak köye hareket ettiğim için, okuldan da izin alamamıştım. Döndüğümde, hem, öğretmenimiz, hem de arkadaşlarım beni merak ettiklerini söylemişlerdi. Durumu anlatınca, Onlar da çok üzülmüşler, beni teselli etmeye çalışmışlardı.
İkinci karneyi almıştık. Derslerimin üçü iyi, diğerleri pek iyi idi. Karneyi, ilk önce yengeme gösterdim. Notları görünce:
- Sana yeni bir pantolon dikeceğim, Dayına da söyleriz, bir ayakkabı aldırtırız, dedi. Gerçekten dediğini de yaptı. 23 nisan, çocuk bayramı şenliklerine, bu yeni kıyafetlerle gitmiştim. Ama, diğer çocuklar gibi merasim için değil, seyirci olarak.
Zaman ilerledikçe, kan kardeşim kadirle, geleceği düşünmeye başlamıştık. O da benim gibi, fakir bir aileden geliyordu. Konuşa, konuşa askerî orta okula gitmeye karar verdik. İkimiz de subay olmak istiyorduk . Hevesimiz bu yöndeydi. Resmi elbiseleriyle, subayları gördükçe, onlara gıpta ile bakarak,” işte, bunlar gibi olmak istiyoruz” demeye başlamıştık. Bu konuyu, bir ara, Dayıma da açmıştım:
-İyi düşünmüşsünüz, hele okul bitsin, ondan sonra düşünürüz, demişti.
16. BİR HASTALIK (kızamık )
Mayısın ilk haftasıydı. Cumartesi ve Pazar günü, vücudum da bir kırgınlık, başımda da bir ağrı hissetmiştim. Biraz da öksürüğüm vardı. Buna rağmen, Pazartesi günü okula gittim. İkinci derste, arkadaşlardan biri”—Yusuf ağabey! Senin yüzünde, boynunda kırmızı, kırmızı sivilceler var” deyince, Diğer arkadaşlar bana, dönüp, dönüp bakmaya başladılar, Bu durum, öğretmenin dikkatini çekti ve O’ da beni şöyle bir tetkik ettikten sonra:
-Eve git, istirahat et. Bir doktora göstermeyi de ihmal etme, diyerek, beni eve gönderdi. Önce dayıma uğradım, Beni bir memurla, belediyenin doktoruna gönderdi. Doktor şöyle bakar bakmaz,
-kızamık olmuşsun, istirahat edeceksin, üşütmeyeceksin, sulu şeyler yiyip, içeceksin, tavsiyesinde bulundu.
Artık, yataktaydım. Hararetim ve ateşim yüksekti. Yengem, sık, sık ıhlamur kaynatıp içiriyordu, ama gözümün önünde, hep Kızık yaylasındaki buz gibi sular canlanıyordu.
Bu arada, Dayım yine, ilk torununun özlemini duymuş, Erdem vasıtasıyla getirtmişti. Olacağın önüne geçilmiyordu. Küçük torunu Gülcan’a benden kızamık bulaşmıştı. Herkes üzüntü içindeydi. Annesine ne denecekti, Nasıl haber verilecekti.? Neyse ki, küçük olduğu için, hastalığın seyri, benim kadar ağır olmamış, benden daha çabuk iyileşmişti. Tabii bunda, Ona gösterilen ihtimamın da dahli vardı.
İmtihanlara, 10-15 gün kalmıştı. Yatakta bile çalışmayı sürdürüyordum. Bir an önce, okula dönmek istiyordum. Ama , rapor almadan, okula dönemeyeceğimi anlatmışlardı. Neticede, doktordan rapor alarak okluma kavuşmuştum. On iki gün süren imtihanlar neticesinde, bütün derslerden, pek iyi alarak, okulu bitirmiş, sevinçle beraber, biraz da gurur duymuştum
17.ASKERİ OKUL HAYALİ
Artık, askerî okula müracaat sırası gelmişti. Dayımla askerlik şube reisine gitmiş, istenilen evrakları hazırlamaya koyulmuştuk. Bunlardan en önemlisi sağlık raporu idi. Askerlik şubesi, kan kardeşim Kadiri ve beni Haydarpaşa askerî hastanesine sevk etmişti. Oraya gitmeden önce, yengemin çok yakın arkadaşı olan Lütfi’ye teyze, Baş tabibe hitaben bir mektup vermişti. Baş tabip, doktor olan rahmetli eşinin talebesiydi. Kocası da aynı hasta ede baş tabiplik yapmıştı. Sevgili paşasını, hasret ve rahmetle anıyordu.
Temmuz ayında, sıcak bir gündü. Trenden iner inmez, Kadirle beraber, dayımın dul olan kız kardeşinin yani Hatice halamın , Kurbağalı Dere kenarındaki evini arayıp bulmuş ve kendisine geliş sebebimizi anlatmıştık.
Ertesi günü, halamla birlikte, hastaneye gitmiş, doğruca baş tabibe çıkarak Lütfiye teyzenin mektubunu vermiştik. Paşa , mektubu okuduktan sonra, “ bir engel çıkarsa bana gelin” demişti. Gerçekten de Kadir için değil ama, benim için ilk engel çıkmıştı. Beni muayene eden kulak- burun- boğaz doktoru:
“Oğlum , sen bu kulakla asker olmazsın” diyerek, kulağımda işitme zorluğu olduğunu belirtmişti. Üzülmekle birlikte, soluğu paşanın odasında aldım ve durumu anlattım. Baş hekim, ilgili doktora telefon ederek, kulağımın yıkanmasını ve tekrar muayene edilmemi, emretti ve beni aynı doktora gönderdi. Bu defa sonuç olumluydu. Ancak, raporların hazırlanması zaman alacaktı ve “ iki gün sonra gelin “ denmişti.
Cumartesi- pazara rastlayan bu iki dünlük süreyi Yasemin ablamlar da geçirmek bana daha cazip gelmişti, halama Onun adresini vermesini, oraya gitmek istediğimizi söyledim. Tramvayla, Üsküdar’a gittik, oradan da boğaz vapuruna bindik. Bu boğaza vapurla ilk seyahatimdi. Vapur zikzak yaparak boğazın her iki tarafını da görmemize imkan veriyordu. Büyük bir zevkle seyrediyordum. Sağlı, sollu, o güzel yalıları ve yemyeşil yamaçları sanki beynime kazıyordum.
Bir buçuk saat süren bir yolculuktan sonra vapurdan inmiş ve sorarak evin adresini bulmuştuk. Ev koca bir konak görünümündeydi. Ablam beni ve arkadaşım karşısında görünce çok şaşırdı. Ona, kısaca durumu anlatınca da :
-İnşallah, ikiniz de subay olursunuz, bunu yürekten temenni ediyorum, dedi. Kocası da Yedek subay olarak, ikinci defa göreve çağrılmış, halen Trakya’da bulunmaktaymış. Yasemin ablam, iki günlük misafirliğimiz sırasında Kadir ve bana sanki itibarlı birer misafirmişiz gibi davranmış, çekingenliğimizi üzerimizden atmamızı sağlamıştı, bu sebeple her ikimiz de oradan ve Ondan memnun olarak ayrılmıştık ..
18.KAPANAN VE AÇILAN KAPILAR
Sağlam raporumuzu alarak, sevinç ve ümitle, İzmit’e dönmüştük. Bütün evrakları tamamlayarak, askerlik şube reisine elden teslim etmiştik. Artık, Konya askeri orta okul müdürlüğünden gelecek cevabı bekleyecektik, yapacak başka bir şey yoktu.
İki hafta sonunda gelen cevabî yazı bütün ümit ve hayallerimi yıkmıştı. Bu konuda ikinci engel de karşıma dikilmişti. Gelen yazıda şöyle deniyordu” Bulunduğunuz yerde orta okul mevcut, yönetmenliğe göre, sizi talebe olarak kabul etmemiz mümkün değildir.” Benim kadar, Dayım ve yengem de gelen cevaba çok üzülmüştü. Dayımla birlikte, tekrar, şube reisini görmeye gitmiş, Onun tavsiyesi üzerine, bir dilekçe daha göndermeye karar vermiştik. Bu dilekçede.” İzmit’te muvakkat olarak bulunuyorum. Asıl memleketim, Ankara- Yelli köyü dür. Orada da orta okul yoktur. Bu durum nazarı itibara alınarak, okulunuza kabul edilmemi arz ederim” ifadeleri yer alıyordu.
Verdiğimiz dilekçeye cevap gelinciye kadar, zamanımı değerlendirmek ve biraz harçlık kazanmak düşüncesiyle, bir işe girdim. Bir Macar firması, Halk evi ve civarını, asfalt yapıyordu. Bir ekmek ve yevmiye olarak da 275 kuruş veriyorlardı. Güneş bir taraftan, kaynayan katran kazanları diğer taraftan, çalıştığımız yer cehennem gibiydi. Bu işin pisliği de cabasıydı. Üstelik, yengem de pislik içinde eve geldikçe, haklı olarak bana kızıyordu. Neyse ki bu çalışma uzun sürmemiş, bir ay içinde 31 lira alarak işten ayrılmıştım.
Lütfi’ye teyze, benim okula kabul edilmeyişime, bizimle beraber üzülenlerdendi. Bu sebeple, rahmetli eşi vasıtasıyla tanımış olduğu, Askerî liseler Müfettişine, bir mektup yazmıştı. Gelen cevapta :” Bahsettiğiniz çocuğun, Askerî orta okul yönetmenliğine göre, okula kabul edilmesi mümkün değildir. İstenirse, Onu, Kırıkkale askerî sanat okuluna kabul ettirmem mümkündür” deniyordu. Allah bir kapıyı kapamış, yeni bir kapı aralamıştı. Yeni bir ümitle, Ankara’nın yolunu tutmuştum .Belirtilen adrese gittiğimde, Müfettişi evinde hasta buldum. Yine de ilgilenip, telefon etmek suretiyle, beni , Kırıkkale’ye, okul müdürüne göndermişti. Okul müdürü, evraklarımı incelerken, yaşımın 12 olduğunu görmüş ve:
-Maalesef, evladım,! Yönetmeliğe göre, 14-17 yaşları arasındaki çocukları kabul ediyoruz, demişti. Bu kat-î ifadeyi duyunca, üzüntümden , neredeyse, müdürün önünde ağlayacaktım. Böylece, bir ümit daha sönmüştü. Yeis içinde, İzmit’e dönmekten başka çare bulamamıştım. Getirdiğim habere, dayım da, yengem ve Lütfi’ye teyze de çok üzülmüşlerdi. Bilhassa dayım, bir yerlere girip, mutlaka okumamı istiyordu. Okumaya karşı çok hevesli olduğumu bildiğinden, sağa, sola baş vuruyor, kimden yardım alabiliriz diye çırpınıyordu. Aslında, ben de dayıma yük olmak istemiyordum, Beş tane çocuğa bakmanın ne kadar zor olduğunu biliyordum. Üstelik, ticaret erbabı değil, kendisi memur olunca, sıkıntıya düşmüş, evini bile bankadan alığı kredi ile tamamlamıştı.
Aradan bir kaç gün geçmişti. Bir akşam, dayım eve gelince:
-Yusuf! Sana iyi bir haberim var. Şimdiye kadar nasıl akıl edemedik, hayret! Bu gün milli eğitim müdürü ile konuştum. 1 eylülde, Devletin açtığı leyli meccani imtihanı varmış, müdür, bu imtihana girmeni tavsiye etti. Yarından tezi yok, bir dilekçe ile müracaat etmeliyiz, senin bu imtihanı kazanacağından eminim, diyerek beni sevindirmişti. Tanrı, bir kapıyı kapatıp, yeni bir kapı daha açmıştı . Göğsüme taze bir ümit doğmuştu.
Nihayet, imtihan günü gelip çatmıştı. İmtihan salonuna girdiğimde benim gibi, pek çok talebenin olduğunu görmüştüm. Kan kardeşim kadir de içlerindeydi, çünkü, Askerî orta okuldan Ona henüz cevap verilmemişti. Sorular benim için oldukça kolaydı ve imtihan iyi geçmişti, ancak, neticelerin , bir buçuk, iki ay sonra geleceğini öğrenmiştik. Bunu Dayıma söyleyince:
-Her ihtimale karşı, seni , İzmit Orta Okuluna kaydettirmemiz gerekiyor, demişti. Dolayısıyla. Ben de 15 eylülde okula kaydımı yaptırmıştım.
18 eylül, bu gün bayram. Bir gün önceden, elbiselerimi temizleyip, ütülemiştim. Ceketim, biraz eskiydi ama olsundu. Hiç olmazsa temizdi.
Biz üç erkek, Erdem, Erkan ve ben bayram namazına gitmiştik. Namazdan sonra da eve gelip, ailece bayramlaşmıştık Kızların üçü de benimle dargın oldukları halde, bayram hatırına, barışıp bayramlaşmışlardı. Dayım, çıkarıp, harçlık olarak 2,5 lira vermişti. Tabii, yengem de mendil. Öğleden sonra ise, Aymet Dayılara, bayramlaşmaya gittik Ümmühan da , bizim kızlara uymuş, benimle konuşmuyordu. O da bayram hatırına elini vermişti Ama biliyordum ki, üç gün bayramdan sonra, benimle yine konuşmayacaklardı. Bütün bunlara sebepse, Çiğdemdi, Ona karşı tutumumdaki değişiklikti.
Aymet dayı da yeğenlerinden ayırmayarak bana da bir lira bayram harçlığı vermişti. Utanmakla beraber, böyle bir günde , bu parayı alamazlık edemezdim. Nede olsa bayram harçlığı idi. Bu paralar üç gün boyunca, sinema ve bayram yeri harcamalarına yeter de artardı bile.
O gün, öğle yemeğini, cümbür - cemaat Aymet dayılarda yemiştik. Onlarla, bilhassa Ümmühan la bir arada bulunmaktan zevk duyuyordum. Ancak yediğimiz et yemeğini tatlılı yapmışlardı. Celep ve kasaplık yaptıkları için, et yemeğini fazlaca yiyorlar ve adetleri veçhiyle, et yemeğini böyle tatlılı yapıyorlardı. Bense bunu pek sevmemiştim.
25 eylülde okullar açılmıştı. Bütün talebeler bahçede toplanmış, kimin, hangi sınıfa gideceği bildirilmişti. Bizim sınıfta, ikisi erkek, altısı kız, olmak üzere sekiz Yenituranlı vardı. İlk günü ders yapılmamış, çocukları ben idare etmiştim. Daha sonra da beni sınıf mümessili seçmişlerdi. Burada da öğretmenlere. Kendimi, kısa sürede sevdirmiştim. Hele, İngilizce gibi, ilk defa tanıştığımız bir dersten iyi not almam beni çok sevindirmişti.