E.   BEŞİNCİ    BÖLÜM

       

                 1.HOŞ  BİR  KARŞILAMA

Boğaz  vapurunun  Emin önünden  kalktığını  öğrenince,  oraya  kadar  yürüyerek  gittim. Bir  talebe  bileti,  bir  de  simit  alıp  vapura  girdim.  Boğazın  muhteşem  güzelliğini,  ilk seyahatimde   beynime  kazımıştım.  Şimdi  ise  gözüm  oralara  bakıyor,  fakat  bir  şey  görmüyordu.  Kafamda   bin  bir  düşünce  vardı.

Yokuşu  tırmanırken,  kendi,  kendime  konuşuyor, mücadele  ediyordum. “  Acaba,  beni  nasıl  karşılayacak,!  surat    asacak?  Belki  bir  sürü  de  sual  soracak!  Acaba,  gitsem  mi?  Yoksa,  dönsem  mi?  Adımlarımda  tereddüt  vardı,  zaman,  zaman  yavaşlıyordum.  Sonunda,  kararlılıkla—“Hadi  oğlum,  cesaretini  topla!  İyi  karşılanmazsan, bir  gece  kalır,  okula  dönersin.  Orası,  hasret  duyduğun  aile  ortamı  değil,  ama senin  sığınabileceğin  bir  yuva.”

Eve  yaklaşırken,  başımı  kaldırıp  üst  kata,  pencerelere   şöyle  bi  baktım,  kimse  görünmüyordu.

Bahçe  kapısı    açıktı,  bahçeye  çıkan  merdivenleri  adımlarken,  yukarıdan, kahkaha  sesleri  duyuluyordu.  Kapının  madenî  tokmağını  bir  kaç  defa  vurdum,  bir  müddet  sonra,  merdivenlerden  inen  cılız  bir  ayak  sesi  duyuldu.  Bir  kız  çocuğu,  kapıyı  açtı.  Bu  tanımadığım,  zayıf,  çelimsiz  bir  çocuktu.  O  da  beni  tanımadığı  için,  yukarıya  sesleniyordu.

 --Anne!  Bir  ağabey  geldi,  seni  istiyoo..    Sonra  da  Yasemin  ablamın  başı  pencereden  göründü.  Benim  olduğumu  anlayınca

--AA.!.  Yusuf  gelmiş!   Gel,  gel,  yukarı  çık!.  Yukarı  çıktım.  Merdiven  başında  beni  bekliyordu.    hoş  geldin”  dedi  ve  beni  kucakladı ,  yanaklarımdan  öptü  Karşılayışı,  çok  candan  ve  samimi  idi.  “ Koca  delikanlı  olmuşsun “  diyerek,  şaşkınlığını  belli  etmemeye  çalışıyordu.    Seni  hangi  rüzgar  attı    Bu  soruya,  Rüzgar  değil,  fırtına  attı “   demek   isterdim  ama ,  deyememiştim.  Ben  görmeyeli,    ceylan  gibi,   ince  ve  narin  yapısı,  biraz  kalınlaşmaya  başlamıştı. Galiba,  şişmanlıyordu.  Ama   güzelliği,  hâlâ,    o  şahane  güzellikti.

--Hadi  gir  içeri,  arkadaşlarla  oturmuş,  sohbet  ediyorduk .  Koca  salona  girdiğimizde,  karşılıklı   iki   kanepede  oturan  üç  kadın  gördüm.  Gözlerini  dikmiş  , merakla  bana  bakıyorlardı.

--Bu  delikanlı,  akrabam,  daha  doğrusu,  babamın  akrabası  oluyor,  adı  da  Yusuf,  okuyor.  Her  birinden  çıkan,

--Hoş  geldin,  sesleri  duyuldu  ama,   gözleri,  hâlâ  üzerimde  idi.  Anlaşılan,  daha  fazla  şeyler  öğrenmek  istiyorlardı.  Artık,  Onları  kahkahaya  boğan  konu  unutulmuş,  konu  ben  olmuştum.

Kadınlardan  biri  sarışın,  kırmızı  ve  geniş  suratlı,  ablamla  aynı  yaşlardaydı.  Diğerleri,  daha  yaşlıydılar.  Biri  esmer,  iri  yapılı,  gözlerinin  altı  morarmış,  diğeri  zayıf,  ufak,  tefek,  buğday  renkliydi.  Konuşmalarından,  birbirleri  ile  samimi  oldukları  anlaşılıyordu.  Ben,  kanepenin  bir  köşesine  oturdum.  Ya  yokuş  çıkmaktan,  ya  da  sıkıldığımdan,  yüzüme  ve  vücudum e  ateş  basmıştı.( Zaten,  oldum  olası,  yabancı  insanların  içinde  sıkılmışımdır.)

Ablam,  Onların  ne  kadar  meraklı  olduklarını  bildiğinden  olmalı  ki,  daha  fazla  açıklama  ihtiyacı  duyarak,

--Yusuf,  babamın,  öz  dayısının  oğlu,  Köyde  üçe  kadar  okumuş, İzmit’e  geldiği  zaman  ,  babam  ,Ona  sahip  çıkarak,  ilk  okulu  tamamlamasına   yardımcı  olmuş,  şimdi  ise,  Bilecik’te  parasız  yatılı  olarak  okuyor.....

Ben  söze  karışmadan,  anlatılanları  dinlemekle  yetiniyordum.  Demek  ki,  ablam,  benim  durumumu  takip  ediyor,  her  şeyi  biliyordu.

Bir  müddet  sonra,  yine  eski  konularına  dönmüşler,  konuşurken,   anlaşılan  , zamanı  unutmuşlardı.

--Neredeyse  vapur  gelecek,  biz  artık  kalkalım,  sözleriyle,  misafirler  ayağa  kalktılar  ve  salonun  kapısına  doğru  yürümeye  başladılar.  Ablam,  merdiven  başında,  Onları  uğurlarken,  hepsine,  isimleriyle  hitap  ediyordu.  Ben  de  bu  sayede,  üçünün  de  ismini  öğrenmiş  oluyordum.  Sonra,  salonun  penceresine  gelerek,  Onlara  el  salladı.  Onlar  da  bekler  gibi,  dönüp,  dönüp  pencereye  bakıyorlardı.  İkisinin  evi,  zaten  sokağın  karşı  tarafındaydı.   Kendine  akran  olanı  ise,  yukarı  doğru  yürüyüp  gitmişti.

Misafirleri  uğurladıktan  sonra,  ablam,    misafirlerin  oturduğu   yerleri  düzeltmeye  koyuldu.  Bir  taraftan  da,

--Halise,  kızım!  Yusuf  ağabeyine  bir  bardak  çayla,  kurabiyelerden  getir,  diye  sesleniyordu.

-Bu  da  kimin  nesi?  Daha  önce  görmemiştim, soruma  karşılık,

-Bu  çocuğu,  evlatlık  olarak  aldık.  Aynı  zamanda,  Gülcan’a  arkadaş  olur  diye  düşündük.

Ne  zaman  soru  yağmuruna  tutulacağım  diye  merak  ediyordum,  bunu  geciktirmek  için,

-Abla,  bu  kadınlar,  kim,?  Diye  sordum

-Onlar,  çok  sevdiğim,  komşularımız.  Gelin  geldiğimden  bu  yana ,  beni  hiç  yalnız  bırakmadılar.  Sık,  sık  böyle  toplanır  muhabbet  ederiz,  Onlar ,  bana  böyle  yakınlık  göstermeselerdi,  kendimi  çok  yalnız  hissederdim.  burada  zaten  yapılacak  fazla  bir  şey  de  yok  ki!.

Lezzetli  kurabiyeleri  yiyip,  çayı  yudumlarken,  soru  yağmuru  da  yağmaya  başlamıştı.

--Şimdi,  anlat   bakalım,  geliş  sebebini?   Eğer  dediğin  gibi,  gezmeye  gelseydin,  babam,  seninle,  bi şeyler   gönderirdi.  Yoksa  Ondan  habersiz  mi  geldin?  Artık  kaçış  yolu  yoktu  Nasıl  olsa,  gerçeği  öğrenecekti.  Durumu,  anlatmak  mecburiyetinde kalmıştım.

--Erkan  ile  kavga  ettik.  Bahçede,  birbirimize  girdik.  Galiba,  attığım  yumrukla,  burnu  kanıyordu.  Ben  de  evden  kaçtım.

--Hay  ALLAH,  neden  yaptın  böyle  bi  şey?  Onun  ne  kadar,  huysuz  ve  hırçın  olduğunu  biliyorsun. Sen  bari  uymasaydın  Ona!

--Kavga  ettikten  sonra  pişman  oldum  ama.!

--Neyse,  olmuş  bi  kere.  Enişten  gelince,  Onunla  konuşurum,  belki  İzmit’e  gider,  aranızı  bulmaya  çalışırım.

--Hayır,  abla!    Geri  dönmek  istemiyorum.  Artık  eskisi  gibi  olmaz,  Dayıma,  Yengeme  ne  yüzle  bakarım?.

-Ama,  babam  çok  üzülür,  sana  güveniyor,  hatta,  seninle  gurur  duyuyordu. “Altı  çocuğumdan  hiç  biri,  o  veya  bu  sebeple,  okuyamadı,  ama,  Yusuf  okuyacak”  diyordu.

--Onu  üzdüğümü,  hatta,  nankörlük  ettiğimi  biliyorum . Bu  sebeple  çok,  çok  üzülüyorum.  Ama  ne  dönebilirim,  ne  de  yüzlerine  bakabilirim.

Bu  arada,  kapı  çalınmış,  Halise,  açmak  için  koşmuştu....Tahta merdivenlerin,  ağırlık  altında,  gıcır,  gıcır  ses  çıkardığı  duyuluyordu.  Bir  müddet  sonra,  salona  uzun   boylu,  yakışıklı,    bir  erkek  girdi.  Beni  görünce,  merak  etmiş  gibi,  bir  ablama,  bir  de  benim  yüzüme  baktı.  Ablam,

--Hoş  geldin  Aydın  bey,  bu  delikanlı,  daha  önceleri,  sana  sözünü  ettiğim,  babamın  akrabası,  Yusuf¸.   Bizi  ziyarete  gelmiş,  dedi.

--Yaa!..  öylemi ,  hoş  geldin,  delikanlı.,   diyerek   bana  doğru  bir  adım  attı.    Ben  zaten  ayaktaydım,  Ona  doğru  hamle  yapıp  elini  öpmek  istedim,  öptürmedi,  elimi  sıkmakla  iktifa  etti.  Benim  elim,  sinirden,  stresten  ne  kadar  soğuksa,  Onun  ki  de  o  kadar  sıcaktı.  Bir  elinde  gazete(AKŞAM) vardı.  Onu  bırakmadan,  tuvalete  doğru  yürüdü.  Anlaşılan,  okuması  bitmemişti.

İlk  görebildiğim  kadarıyla,  kibar  bir  hali  vardı.  Kırk-  kırk beş  yaşlarındaydı.  Yüzünün  rengi,  biraz  mat  ve  şekli  uzuncaydı.  Saçları  kırlaşmış,  alnı   oldukça  açılmıştı.

Akşam  yemeğine  oturduğumuzda,  bana  sorduğu  bir  kaç  soru  hariç,  fazla  konuşmamıştı.  Daha  ziyade,  ablam   konuşuyor,  günlük  işlerden,  ziyarete  gelen  misafirlerden  bahsediyordu.

-Aydın    bey,  bu  gün,  öğle  yemeğinde  neler  pişirmişler,    şirkette   neler   yediniz?  Sorusuna  karşılık,  sanki,  hatırlamakta  güçlük  çekiyormuşçasına,  yediği  yemekleri,  ağır,  ağır  saydı.  Kelimeler,  ağzından,  dirhemle  çıkıyordu.(  Bu  soru  ve  cevap,  badema,  her  akşam  devam  edecekti.)

--Yemek  çeşidi  bulmakta  güçlük  çekiyorum,  ne  pişirmeli  bilmem  ki?  Yusuf ,  senin  istediğin  bi  şey  var  mı ?  Gülcan,  sen  ne  istiyorsun,  kızım?.... Yemekteki  konuşmalar,  bu  mealde  devam  edip  gidiyordu,  ve  aşağı,  yukarı    akşam  yemeklerinde    yalnızca, bu   çeşit  konuşmalara  şahit  olacaktım.

Yemekten  sonra,  enişte  bey,  Gülcan  ile  ilgilenip,  biraz  sevip  okşadıktan  sonra,  kitaplıktan  bir  kitap  alarak  okumaya  başlamıştı.  Benim  için,  çocukların  yattığı   bahçe  tarafına  bakan   odada   bir  yer  yatağı  hazırlanmıştı .  Halise’nin  gözleri,  daha  sofradayken  kapanmaya  başlamıştı.  Gülcan’ın  gözleri  ise  fal  taşı  gibiydi,  yatağa  gitmek  istemiyordu.  Bulaşıklar  yıkanmış,  işler  bittikten  sonra,  yatma  zamanı  gelmişti  ki,  biz  yatmaya  giderken,  Enişte  Bey,  hâlâ ,  oturduğu  kanepede,   okumaya  devam  ediyordu.

                2  . ESKİ    BİR   KONAK

 

Ev  konak  gibiydi.  Belki,  gibisi  fazlaydı.  Oturulan  katta  dört  büyük  oda,  bir  de  boydan,  boya  uzanan,  büyük  bir  salon  vardı.  Odalardan  birini  yemek  odası  olarak  kullanıyorlardı.  Buraya,  bir  bölme  ilavesiyle,  uydurma  mutfak  yapılmıştı.  Eski  konaklara  mahsus  büyük  mutfak,  aşağı  katta,  kiracılara  bırakılmıştı.    Aşağı  kata  inen,  çift  taraflı  ahşap  merdiveni,  renkli  camekânlı,  büyük  kapılar  ayırıyordu.  Yaşanan  kata,  bahçe  tarafından,  ayrı  bir  ahşap  merdivenle  çıkılıyordu.  Üç  odanın   Yani  Deniz  tarafına  bakan  yatak,  çeşme  üstündeki  misafir  ve  bahçe  tarafındaki  yemek  odasının  ve  sofanın  çift  kanatlı  büyük  kapılarıyla  tuvalet  koridorunun  kapısı,  salona  açılıyordu.  Bahçe  üzerindeki  odanın  kapısı  ise,  merdiven  başındaki  sofaya  açılıyordu. Kapılar  ve  döşeme  tahtaları, (muhtemelen  çerçeveler)  ıhlamur  ağacından  yapılmıştı.  Devamlı   fırçalanarak  temizlendiği  için  tahtaların    renkleri  kehribar  sarısı  gibi,  tertemizdi.  Salona,  bir  kaç,   renkli,  desenli   büyük   kilim   serilmişti.

Evde  akar  su  yoktu.  Su,  sokakta  bulunan  çeşmeden,  kovalarla  taşınır,  büyük,  toprak  küplere,  büyük  kaplara  biriktirilirdi.  Kullanma  kapları  ise,  hep  muslukluydu.  Küplerin  ve  diğer  kapların  üzerleri,  tertemiz   beyaz  bezlerle  örtülüydü.   Ayrıca  üzerlerine  de   tahta   kapaklar  konulmuştu.

İlk  sabah,  erken  uyanıp,  salona  girmiştim  ki,  ablamın,  benden  önce  kalktığını  gördüm.

--Madem  erkencisin,    çabuk,  tuvalet  işini  hallet.!  Geç  kalıpta, orayı  eniştene  kaptırırsan,  bir  saat  beklersin, ..dedi.

Gerçekten,  söylediği  doğruydu.  Enişte  Bey,  mahut  yerde,  bir  saate  yakın  kalıyor , kahvaltıyı,  bir  bardak  sütle  geçiştiriyor  ve  hızlı  adımlarla,  iskelenin  yolunu  tutuyordu.  Sabahlarını,  bu  minval  üzere  ayarladığı  anlaşılıyordu.

Biz  kahvaltı  ederken  kapı  çalındı.  Uflaya,  puflaya,  yaşlı  bir  kadın  çıkageldi.  Burnunun  kenarında,  iri  bir  beni  vardı.  Sabah,  sabah,  bu  da  kim  diye  düşünürken,  ablam  açıklama  yaptı.

--Kayın  validemin  yadigarı,  Kaynanam,  buraya  gelin  gelirken,  Onu  da  yanında  getirmiş,   ölünceye  kadar  da  hizmet  etmişti.  Şimdi  yaşlandı,  bazen  bizde  kalıyor,  bazen  de  oğluna,  torununa  gidiyor,  Eski  günlerin ve  kaynanamın  hatırına  buraya  istediği   zaman  gelip   istediği  kadar   kalıyor.

      .        3. GÜZEL   BİR  HAMİ

 

Kahvaltıdan  sonra,  ablam,  bir  ara,

--Gece,  enişten  ile  konuştum,  İzmit’e  gitmeme  gerek  kalmadı.  Burada  kalman  için  anlaştık.  Bidayette,  biraz,  muhalefet  etti,  ama,  neticede,  Onu  ikna  ettim.  Zaten,  babam, “Bana  bi  şey  olursa,  Yusuf’a  sahip  çık,  O , benim  eserim  olacak”  demişti.  Her  ne  olursa   olsun,  Onun  yine  aynı  düşüncede  olduğuna  eminim.  Bunu,  eniştene  de  söyledim,  O  da  kabul  etti....,  dedi.

Bu  habere  çok  sevinmiştim.  Yine  tutunacak  bir  dalım  olmuştu.  Teşekkür  etmek  istedim,  fakat  O,  buna  fırsat  vermeden,

-Haydi  bakalım    başına!  Yapacak  çok  işimiz  var,  ev  temizlenecek,  su  taşınacak,  yukarı  bahçeden,  biraz  da  çalı,  çırpı  toplayıver,  çamaşır  yıkarken,  kazanın  altını  tutuşturmak  için  lazım  oluyor,  dedi.

Temizlik  ve  çamaşır  için  yardımcı  kadın  gelmekle  beraber,  kendisi  de   kadınla  birlikte  çalışmaya  alışmıştı.  Bazen  de   bu  gün  olduğu  gibi,  bu  gibi  işlere,  kendisi  soyunuyordu.  Ben  de  elimden   geldiği  kadar  Ona  yardım  edecektim.  Yediğim  ekmeğin  karşılığını,  az  da  olsa  vermeliydim.

Temizlik,  Onun  en  büyük  tutkusuydu.  Önce  misafir  odasından  başlanacak,  koltuklar,  sandalyelerin  tozu  alınıp   temizlendikten  sonra    dışarı    salona   taşınacaktı.  Maksat,  oda  süpürülürken,  üzerlerine  toz  konmasın dı.  Sarı  süpürge,  aslında,  temizlikten  ziyade,  tozları  ayağa  kaldıran  bir  aletti.  Süpürge  işi  bittikten  sonra,  sabunlu  (Arap  sabunu )  su  ile  silme  işlemi  başlardı.  Pencerelerin  bazı  çerçeveleri  seyyardı.  Onlar  çıkarılır,  sabunlu  su  ile  fırçalanır,  sonra  camlar  silinirdi.  Silme  işi  merdivenlerde  son  bulurdu.  Giriş  kapısının  dış  tarafı  da,  muhakkak,  su  ve  süpürge  ile  yıkanıp  temizlenirdi.  Dışarısı  temiz  olursa,  evin  içi  de  temiz    olur  düşüncesindeydi.  Tabii,  kilim  ve  halıları,  bahçede,  bir  ipe  asmak  ve  sopa  ile  döverek  temizlemek  ve  tozlarından   arındırmak  da   unutulmayacaktı.  Bilhassa  böyle  günlerde  su  taşımak,  temizliğe  su  yetiştirmek  oldukça  zordu.  Bütün  bu  işlerin  yapılması,  kolay  değildi.  Ev  koca   bir   berhaneydi,    neredeyse,  akşama  kadar  sürüyordu.  En  sonunda  da,  taşıma,  ve  ısıtma  su  ile  ,  tuvalet  aralarında,  banyo  yapmaya  sıra  geliyordu.

Aslında,  yemek  pişirmek  de,  bulaşık  yıkamak  da  bir  işkenceydi.  O  kadar  geniş  mekâna  mukabil,  yemek  odasından   bir  bölme  ayrılarak,  uydurma  bir  mutfak  yapılmıştı.  O  daracık  yerde,  maltızda  yemek  pişirmek  ve  bulaşık  yıkamak  bir  işkenceydi.  Arada  bir  yardım  etmek  maksadıyla,  bulaşıkları  ben  yıkardım  ve  ne  kadar  sıkıntı   çekildiğini    bilenlerdendim....Büyük  konaklara  mahsus,  geniş  bir  mutfak  alt  katta  var  olmasına,  vardı  da,   kiracılar  kullanmaktaydı.

Enişte  Bey,  eve  bir  ekmek  bile  getirmezdi.  Vaktiyle  öyle  alıştırılmıştı.  Bu  alışkanlığını  değiştirmemiş  ve  değiştirmeye  de    hiç  niyeti  yoktu.  Bu  sebepledir  ki,  evin  alış  veriş  işleri  de  ablama  aitti.

Ablam,  komşu  kadınlarla,  bostanlardan  sebze,  kasaptan  et  almak  maksadıyla,  taa..  Akbabaya  giderdi.  Orada,  her  şey  çok  daha  ucuzdu.  Bostan  sahipleri,    bostana  girin,  istediğiniz  gibi  toplayın “derlerdi.  Salatalığın  körpesi,  patlıcanın  en  siyahı,  domatesin  olgunu  ve  kırmızısı,   fasulyenin  ayşesi    tercih  edilirdi.  Et  de  okka  ile  satılır,  istenilen  yerden  kesilip  verilirdi.  Öğle  sıralarında,  Karakulak  suyu  başma  gidilir,  orada  piknik  yapılır,  akşama  doğru  da  sırtlarında ,   ellerinde   yük,  güle  oynaya,  eve  dönülürdü.  Bu,  Onlar  için    hem  gezi,  hem  de    ticaret  oluyordu .  Bazen,  ben  de  bu  gezi  ve  ticarete  katılırdım.  Bütün  bunlara  rağmen,  yine  de  pazara  gitme  ihtiyacı  doğduğunda,   evden  oldukça  uzak ,  kasabanın  yokuşlu  bir  sokağında  kurulan  pazara   gidip  alışveriş  yapma  görevi  bana  aitti.  Bir  piliç,  25  kuruştu.

 

( Zorlu Dönemeçler-1-b5-1- başlıklı yazı coni tarafından 13.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.