F..  ALTINCI     BÖLÜM

                   1..MİGREN  BAŞ AĞRISI

 

Tren,  tramvay,  ve  vapur  yolculuğundan  sonra,   eve  giden  yokuşu  tırmanmaya  başladım.  Bahçe  kapısından  içeri  girdim,  Merdivenlere  adımımı  atmamla  birlikte,  yukardan  gelen  bir  feryat,  bir  inleme  sesiyle  irkildim.  Kapıyı,  yine  evin  evlatlığı  açtı.  --Bu  ses  de  ne?   dediğimde,

--Annem  hasta,  cevabını  verdi.  Merdivenleri,  ikişer,  ikişer  tırmandım,  ses  yatak  odasından  geliyordu.  Destursuz,   çeri  girdim.  Yasemin  ablam  yatağındaydı,  beline  kırlentleri  dayamış  başını  da  bir  yemeni  ile  bağlamıştı.  Elleriyle,  şakaklarını  ovarken,  hem  çırpınıyor,  hem  feryat  ediyordu.  Bu  görüntüye,  daha  önce  de  şahit  olmuştum.  Anlaşılan,  yine  başı   -migreni--tutmuştu.  Bu  durumda,  yapılacak,  fazla  bir  şey  yoktu.  Bu  ıstıraba,  muayyen  bir  müddet  katlanmak  mecburiyetinde  idi.  Migren  denilen  baş  ağrısı,  çok  ıstırap  verici  bir  şeydi.   Mide  bulantısı,  bazen,  hat  safhada  olurdu.  Genellikle,  kendinden  veya  parmak  yardımıyla,  istifra  eder,  neredeyse,  bayılacak  duruma  gelir,  bir  müddet  sonra  sakinlerdi.  Ama,  bu  hal,  bazen,  üç-  dört  saat,  bazen  de,  yirmi  dört   saat  ve  daha  uzun  sürebilirdi.  Hangi  doktora  gidildiyse,  migren  teşhisi  konulmuştu.  Henüz,  bunun  çaresi  bulunmamıştı. Bu  hastalık,  hassas  ve  duygusal  yapıda  olan  insanlara  musallat  oluyordu.  Bir  - iki  çeşit   ilaç  vermişlerdi.  Ağrı  geleceği  zaman,   belirtileri ,  (  ki  bazen  kolda  uyuşma  gibi) fark  edilip,  bu  ilaçlardan  biri  alınırsa,  faydası  oluyordu.  Aksi  takdirde,  alınan  ilaçlar  da  fayda  etmiyor, ağrı   seyrini  takip  ediyordu.  En  çok  da  şakaklarda  ve  ense  kökünde,  şiddetini  gösteriyor,  tahammül  edilmez  ağrılara  sebep  oluyordu.  O  esnada,  insan,  “ölsem  de,  bir  an  önce  bundan  kurtulsam”  düşüncesinde  bile  olabiliyordu.

Bu  müzmin  baş  ağrısı  geçtikten  sonra,  ablam,  sanki  hiç  bir  şey  olmamış  gibi,  normal  yaşamına  döner,  canlı,  hareketli,  enerjik  bir  insan  olup  çıkardı.

Baş  ucuna  gelip,  seslendiğimi  duyunca,  zorlukla  gözlerini  aralayarak,

--Aman  Yusuf!   İyi  ki  geldin,  hemen,  bana  bir  doktor  çağır, diyebildi.

Doktorun  dispanserde  olduğunu  biliyordum.  Her  çağrılışında  gelirdi.  Koşar  adımlarla,  geldiğim  yoldan  geri  döndüm.  Doktoru  bulur,  bulmaz,

--Aman  doktor,,  ablamın  yine  migren  krizi   tuttu,  sizi  çağırıyor  ,  dedim.  Doktor,  haklı  olarak,  ablan  da  kim?  Sorusunu  sorunca,  kim  olduğumu  açıklamak  mecburiyetini  hissettim.  Aslında,  beni  tanıyordu,  demek ki,  unutmuştu.

--Hemen  geliyorum,  diyerek,  çantasını  hazırlamaya  başladı.  Yokuşu    uçar  gibi  tırmanırken,  Doktorun,  bana  bir  an  önce  yetişmesini   istiyordum,  ama  nafile,  arkama  baka,  baka  bir  hâl  oldum.

Yatak  odasına  girdiğimizde,  ablam,  kendine  çeki,  düzen  vermiş,  dağınık  saçlarını  taramış,  önceki perişan  hali  kalmamıştı.  Üzerinde,  sarı  bir  gecelik  vardı,  sırtını    kırlentlere  dayamış  bekliyordu.

Doktor,  önce ,   çantasından  bir  şırınga  çıkarıp,  enjektörü,  madenî  kabının  içine  koyarak,

-       Şunu,  bi  kaynattıralım,  dedi.  Sonra,  Onun,  nabız  ve  tansiyonunu  ölçmeye  başladı.

    --Nabız  çok  zayıf,  tansiyon  da  düşük,  verdiğim  ilaçları  almış  mıydınız?  Bu  arada,  sterilize   edilen  enjektör  getirilmişti.  Çantasından  bir  ampul  çıkardı,  keserek,  içindekini  enjektöre  çekti  ve  hastasının  kolundan  bir  iğne  yaptı.,

--Biraz  sonra  rahatlayacaksınız,    üzülmek,  ve  yorulmak  yok,  diyerek,   alışkın  bir  davranışla,  odadan  çıkıp  gitti.

Gerçekten,  on  dakika  içinde,  ablam,  rahatlamış  bir  vaziyette,  uykuya  dalmıştı.

 

                    2. YASEMİN’İN     YAŞAMI

 

Baş  ucunda  oturmuş,  Onu  beklerken,  odanın  ortasındaki  salıncak  gözüme  ilişti.  Telaş  içinde,  anlaşılan,  ona  dikkat  etmemişim.  Hemen,   geçen  seneyi  hatırladım.  “Doğru  ya!  Hamileydi,  dedim,”  kendi,  kendime.  Ama,  O,  bu  konuda,  bana  bir  şey  yazmamıştı.  Ben  de  ,  yazdığım  mektuplarda,  sormayı  uygun  bulmamıştım.  Şimdi  ise,  salıncağın  içinde,  çocuk  yoktu.  Neredeyse,,  on  aylık  olmalıydı,  acaba,  kız  mıydı,  erkek  mi? şimdi Neredeydi?

Bu  arada,  düşüncelerim  yine,  geçen  sene  daha  iyi  tanıma  fırsatı  bulduğum  ve   geçmişini  anlatacak  kadar   kendini  bana  yakın   hisseden   ablamın  üzerinde  odaklaşmıştı.

Felek,   O’na   ilk  darbeyi,  annesinin  ölümüyle  vurmuştu.  Annesi,  doğum  yaptıktan  sonra  ince  hastalığa  yakalanmıştı.  Doktorlar  yasakladığı  için  anne  sütünü  bile  tadamamıştı.  İnek  sütü  ile  Onu  beslemeye  çalışmışlardı.  Daha  yaşına  basmadan,  annesini  kaybetmiş,   haminnesinin   (anneannesi)  şefkatli  kollarında  kalmıştı.  Babası,  esarette  iken  de,  Ona,  haminnesi  bakmıştı.  Üstelik,  Millî  Mücadele  yıllarıydı  ve  büyük   babası ,  annesinden  bir  müddet  sonra  öldüğünden  haminnesi   de   dul  kalmıştı.  Babası  ikinci  defa  evlenince,  iki  evi  olmuştu.  Ne  de  olsa  birisinde  üvey  ana  vardı. Annesi   olarak   bildiği   kadının  üvey   olduğunu, ancak,  yuvaya  giderken  öğrenmiş,  küçük  idraki,  durumu  kabul  etmediği  için  de  bayılıvermişti.

Daha  kendisi,  anne  bakım  ve  şefkatine  muhtaçken,  ilk  doğan  olamasa  bile,  ikinci  doğan  kardeşinden  başlamak  üzere,  dört-  beş  kardeşinin  bakımını  üstlenmiş,  yedirmiş,  içirmiş,  temizlemişti.  Kardeşlerine  bakarken,  bir  hatası  görüldüğünde,  küçüklüğüne  bakılmadan,  kafası,  demir  kapı  tokmaklarına  vurularak  cezalandırılmıştı.  Her  hangi  bir  ihtiyacının  karşılanması  için,  doğrudan  babasına  değil,  üvey  anasının  vasıtasıyla,  istemeyi  öğrenmişti.

Babası,  durumu,  aşağı,  yukarı  biliyordu.  Bu  sebeple,  ana  okulundan  sonra,  kızını,  yatılı,  Fevzi- Âti  Lisesine  (ilk  okuldan  başlayan)  kaydettirmek  istemiş,  bütün  hazırlıklar  tamamlanmıştı.  Fakat,  Felek,  çirkin  yüzünü,  ikinci  defa  göstermiş,  Fevziye  Lisesi,  bir  gecede,  yanıp,  kül  olmuştu.  Dolayısıyla,   ancak   ilk   okula   gidebilmiş,  devamına   imkân   tanımamışlardı.

Badema,   on beş  yaşına  gelinceye  kadar,  haminnesine  gittiğinde,  el  üstünde  tutulmuş,    baba  evine  geldiği  zamanlarda  ise  ev  işlerinde  yardımcı  ve  kardeş  bakımını  üstlenmeye  devam  etmişti.

Kader,  tekrar  ağlarını  örmeye  başlamıştı.  Birden  bire  hastalanmış,  muayene  neticesinde,  apandisit   teşhisi  konulmuştu.  Babası,  hemen  Onu,  İstanbul’a  götürmüş,  Meşhur  dr,  cerrah  Kara  Kemal  tarafından  ameliyat  edilmişti.  Babası,  kızını ,  bir  hafta,  on  günlük   nekahet devresini  geçirmek  üzere,  Kurbağalı  dere  kenarında  oturan,  dul  kız  kardeşinin   yanına  bırakmıştı.  Evin  üst  katında,  halasının  kızı  oturuyordu.  Ablası  (ki  Ona  abla  diyordu)  kocasıyla  beraber  bir  şirkette  çalışıyordu.  Bir  gün,  Şefini,  akşam  yemeğine  davet  etmişti.  Şefi,  tesadüfen  veya  öğretili  olarak,  kendisini  görüp  beğenmişti.  Fakat,  bizimkinin,  bu  tertipten  haberi   yoktu.

İyileşip,  İzmit’e  döndükten  bir  müddet  sonra,  halasının  kızı  ile  kocası,  babasını  ziyarete  gelmişlerdi.  Hoş-  beşten  sonra,  nihayet  baklayı  ağızlarından  çıkarmışlar.  hali,  vakti  ,  yerinde,  tahsilli,  yakışıklı,  şef  pozisyonundaki   bir  insanın  damat  adayı  olmak  istediğini  bildirmek  için  gelmişlerdi.  Babası  ve  üvey  annesi  için,  bu  teklif,  bulunmaz  bir  fırsattı.  Başımızdan  bir  nüfus  azalsın  diye  mi,  yoksa ,  başka  bir  maksatla    ?   Her  ne  ise,  bu  teklife,  olumlu  yanıt  vermişlerdi.  Ona  ve  anneannesine  usulen  sormuşlar,  fakat   Yasemin’in    isteksizliği  ve  itirazı,  kabul  görmemişti.

İki yıl  süren  nişanlılık  devresinden    ve   yaşının  mahkeme   yoluyla   büyütülmesinden    sonra,  gönlünün  pek  de  istemediği,  yakışıklı,  kendinden,  15-20  yaş  büyük  bir  insanla  evlenmek  üzere,,  gözyaşlarına    mani   olamayarak,  nikah  masasına  oturmuştu.  Haminnesi  ile  babasının ,  anlaşmazlığa    düşmelerini   önlemek   için,  onlardan, doğru ,  dürüst   çeyiz  bile  istememişti.

Gittiği  gurbet  elinde,  kendisini,  kulağı  ağır  işiten  bir  kaynana  karşılamıştı   .Daha  ilk  haftadan  itibaren,”  Seni  oğluma  karı  ettirmem .  Benim  oğlum  aslan  gibi,  Sen  ise  çıvan  gibisin,  Ona   layık  değilsin,.  Zaten,   ben  yeğenimi  gelin  olarak  alacaktım,“  diye  tutturmuştu.  Koca   konakta,  kocasının  ilgisiz  tutumu   ve    kaynanasının  haşin  tavrıyla,  baş   başa  kalmıştı.  Allah’ tan  ki,   komşu  kadınlar  çok  iyi  insan  olduklarından,  Onu  yalnız  bırakmamışlardı.  Onlarla   beraber,   Akbabaya,   alışverişe   gider,   zaman,   zaman   da   akranı   olan   arkadaşıyla,  vapurla   Kara köye,   oradan   da   Beyoğlu’na   sinemaya   giderlerdi.  Yegane   eğlencesi   buydu.  İyi   ve   şık   giyinmesini   severdi.   Bilhassa  şık   ve   pahalı   ayakkabılara   düşkündü.   Onlar   da   küçük,   mütenasip   ayaklarına   çok   uygun   düşerdi.  Yaşadığı   yer,   boğaz   kenarında   bir   kasaba   olmasına   rağmen,  vapurdan   inip  evine   giderken,  gıpta  ve   beğeni   ile   bakan   gözler   Ona   çevrilirdi.   Vücudu   ve   bacakları   mütenasip,  yüzü   ve   gözleri   çok   güzeldi.  Yürüyüşü    ise  bir   ceylan   gibi    ahenkliydi.

Yaşamı,  böyle  tek  düze  geçerken,  ilk  çocuğuna  hamile  kalmış,  kocası,”  bebeği  aldıralım”  diye  tutturmuştu.  Kendisinin  direnci  ve  doktorların  tavsiyesine  uyularak,  ilk   çocuğunu  doğurmuştu.  Neyse  ki,  çocuk  iştahlı  ve  usluydu,  Onu  büyütürken,  hiç  sıkıntı  çekmiyordu.  Ancak,  bir  gün,  çocuk  terbiyesi  yüzünden,  kaynana  tokadına  maruz  kalmıştı.   Kaynanası  ile  olan  münakaşalarında,  kocası,

--Anamla  iyi  geçinirsin  düşüncesiyle,  seninle  evlendim,  diyebilmişti.    Yaşlı   kaynanası   hastalandığında,   her şeye   rağmen merhamet   ve   ilgisini   eksik   etmemiş,   senelerce   bakımını   üslenmişti.   Artık    kaynanası   tuvalete   gidemez   lazımlık   kullanır   olmuştu.    Bir   defasında  Onu   temizlerken   normal   olarak  yüzünü   buruşturmuştu.  Bunu   gören   kaynanası   “Eşek   gibi   bana   bakmak   mecburiyetindesin”   diye  feryat   etmiş ,  ayrıca  lazımlığı,   ayağıyla,  odanın   ortasına   devirmiş “  Şimdi   temizle   bakalım”  diyerek,   zalimliğini    ölünceye   kadar   sürdüreceğini   göstermişti..   Ablam,   ancak   kaynanası   öldükten   sonradır   ki,   evinin   kadını   olabilmişti.

Bu  arada,  haminnesinin  hastalık  haberi  gelmişti.   Çocuğuyla,  İzmit’e  koşup  gitmiş,  Küçük  Gülcan’ı  babasının  evinde  bırakarak  haminnesiyle  ilgilenmeye  başlamıştı.  Dayısı  ne  de  olsa  bir  erkekti,  bekardı,  yaşlı  annesiyle  beraber  yaşıyordu.  bir  kadın  elinin   bakımına  gerek  vardı.  Ama  bu  uzun  sürmeyecekti.  Bir  gün,  haminnesinin  gözü  kaymıştı,  bunu  fark  eden  yaşlı  kadın,  torununa”  sen  git,  biraz  istirahat  et    demiş,  torunu  da  gerçekten  çok  yorgun  olduğundan,  Onun  teklifine  uymuştu. istirahat  için   yan  odada    uzanmışken,  bir  an  dalmış  akabinde  bir  rüya  görmüştü.  Evin  önüne   bir  çift  öküz  arabası    yanaşmış,  içinden  temiz, uzun,  beyaz  kıyafetli  misafirler  çıkmıştı.  Misafirler:”bir  emanetimiz  var,  Onu  almaya  geldik”  dediklerinde,  hemen  gözlerini açarak,  içeri  koşmuş,  haminnesinin   ruhunu  teslim  edişine  şahit  olmuştu.  İşte,  en  büyük  acılarından  birini,  o  gün  yaşamıştı.  Çok  sevdiği  insandan,   en  büyük  desteğinden  mahrum  kalmıştı.  Kendini  çok  yalnız  ve  kimsesiz  hissetmişi.

İlk  çocuğunu  doğurduktan  beş  yıl  sonra,  ikinci  çocuğuna  hamile  kalmıştı.  Acaba,  ikinci  çocuğunu  doğururken,  ne  gibi  olumsuzluklar  yaşamıştı.?

Hasta  başında,  hâlâ,  düşüncelerim  sürüyordu:  Genç  kızlığından  beri,  bu  menhus  baş  ağrısını    çekiyordu.  Böyle  kaç  kriz  atlatmıştı.  Kriz  sonrasında,  yine  hareketli,  enerjik,  ve  titiz  yaşantısına  başlayacaktı.  Çalışmak  ve  temizlik,  en  büyük  tutkusuydu.  Bir  işe  başlayınca,  bitirmeden  bırakmaz,  dinlenmek  bilmezdi.  Yemekleri  de,  çok  lezzetli  ve  temiz  yapardı.  Herkese,  bilhassa,  yaşlılara  ve  fakirlere  karşı,  aşrı  merhameti  ve  sevgisi  vardı.  Yaşlı,  yaşlı  komşular,  güya  kaynanasını  ziyarete  gelir,  fakat  Onun  tutum  ve   hürmetkâr   davranışı  dolayısıyla  çok  sever  ve  takdir  ederlerdi.  Yalnız  kendi  akraba  ve  tanıdıklarına  değil ,  kocasının  akrabalarına  da  kol  kanat  gererdi. Bunlardan  biri  de kaynanasının  akrabası  beş  çocuklu   Dayı   Dede  idi. ( ki   memleketinde  çok  zenginken,   kendine  özgü  bazı  buluşlarına   patent  alamamış,  sarf  ettiği  meblağın    karşılığını  alamayınca  da  iflas  etmişmiş.-)-  Dayı  Dede,  ailesiyle   birlikte  ,taşı  toprağı  altın  olan  İstanbul’a  göç  etmiş,   fakat  bir  türlü    bulamamıştı.  Bu  sebepten    ailesiyle   birlikte   çok  müşkül     durumda   kalmıştı.  Kocası  ve  kaynanasının  karşı  koymalarına   rağmen,   Yasemin   ablamın   merhamet  duyguları  ağır  basmış,    kocası  ve  kaynanasına   ısrar    ve  baskı  yapmak  suretiyle,  Konağın   en  alt  katını  boşalttırarak  ,  yedi  nüfuslu  akrabayı  oraya  yerleştirmişti.   Zaman,  zaman   Onların    olduklarını  düşünerek   üzülmüş,  icabında,  yememiş,   yedirmişti.  Yine  Kocasına  tekrar,  tekrar  rica  ederek,  Dayı  Dedenin  kızına ,   çalıştığı    şirkette  bir     bulmasını  sağlamıştı.  Onların,  her  türlü   derdine  çare  olmaya  çalışmıştı.  Bu  yüzden  de,  sanki,  Onlar  kaynanasının    akrabası  değilmiş  gibi,  Onun    tarizlerine   maruz   kalmıştı....

Bazen,  bana  sorardı,

--Yusuf,  bir  sevgilin,  sevdiğin     bir  kız   var  mı?  Bu  soruya   karşılık,  ben  de,

--Evleneceğim  kız,  senin  gibi,  sana  benzer  ve  senin  davranışında  olsun,  istiyorum,  derdim.

 -Evlendikten  sonra,  karımı,  senin  yanına  göndereceğim,  staj  yapsın,  bilhassa,   güzel  yemekler  yapmasını  öğrensin ,  istiyorum.  

Ben,   hasta  başında  bu  düşüncelere  dalmışken,    bir  yandan  da  Onu  gözlüyordum.

 Yavaş,  yavaş gözlerini  açtığını  gördüm.  Sanki,  derin  bir  uykudan  uyanmıştı.  Ama,  hâlâ  üzüntülü  görünüyordu.  Bu  hali,  öncekilere  pek  uymuyordu.

( Zorlu Dönemeçler-1-b6-1-2 başlıklı yazı coni tarafından 15.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu