“Atiyi
karanlık görerek azmi bırakmak
Alçak ölüm varsa, eminim, budur ancak.” diyen Akif. Koca Akif, Koca
Mehmet, Koca Şair… Milli şairimiz… Geleceği karanlık görüp her şeyden elini
eteğini çekmek kadar zelil bir hal gelmemiştir hiçbir vatan evladının başına. Lakin
ati karanlıktır bugün, mazi ise yoktur. Neden sana bunca reva görülen ve edilen
ve yapılanlar?
Aklım bana küstü. İdrak
edemiyorum maalesef! Yokluklar çekti ve yokluklar içinde ebediyet intikal etti.
Bu yokluk hayatı çocukların da miras kaldı. Doğum ve ölüm tarihleri arasındaki
kısa çizgi ne de sürgün ne de yoksul ve ne de dolu ne de karakterli ne de
sarsılmaz bir iman ve ne de sağlam bir yere basışla geçti. Halini bilmeyene
anlatmak, anlamayana saydırmak, idrak etmek istemeyene haykırmak lazım.
“Ey dipdiri meyyit: “İki el
bir baş içindir.
Davransana… Ellerde senin
başta senindir.” Yaşayan ölüleriz, Akif o günden görmüş. Bugün eller de bizim değil, başlar
da… Tembeliz hasetten, hımbılız, tombuluz beynen. Bir elimiz Batı, bir elimiz
Doğu… Beynimizin bir yarısı hüzünlü, bir yarısı mesut… Dilimiz bize ait olana
şartlı ve habis bir ur gibi yaklaşırken bize ait olmayana bal kaymak gibi
yaklaşıyor. Dışı alabildiğine cafcaflı olan para ediyor içi cafcaflı olan
tipten kaybediyor. Özür diliyorum
senden Ey İstiklal Marşı Şairi Mehmet AKİF!
Anlayamadığım için haykıramadığım için; reva görülenler için, kadrin
kıymetin musallada dahi bilmeyenler için. Evladı iyaline yapılanlar için…
İki sarı yaprak kâğıdıyla yazdığı marş… Yokluktan,
imkânsızlıktan iki sarı yaprak kâğıt… Birini karalama kâğıdı olarak kullanırken
diğerini ise İstiklal Marşı’nın son halini yazacağı ve meclise sunacağı kâğıt
olarak saklıyordu! Kâğıdı ve kalemi tükendiğinde çakı ile duvara yazacak aklına
gelen mısraları…
Ölüm tarihi 1936… Bir
garip ölmüş diyeler sanki… Mezar taşına dahi yıl düşmeyeler… Oysa bu toprağın
insanı kadirşinastır, kıymet bilirdir. Herkes doğumundan başlar biz ölümünden
başlayalım. Aşağıdaki alıntı metni okuyalım hep beraber:
“27
Aralık 1936 gününün akşamı vefat eder. Cenazesi, Beyazıt Camii’ne getirilir.
Vefat haberi karşısında resmî kurum ve kuruluşlar, en ufak bir girişimde
bulunmazlar. O zamanlar Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olan Ord. Prof. Dr. Sulhi
Dönmezer’in yanısıra, Mithat Cemal Kuntay ve merhum edebiyat profesörü
Abdülkadir Karahan gibi bazı öğrenciler, Akif’in cenazesinin Beyazıt Camii’ne
geleceğini haber alırlar. Cami avlusunda beklemeye başlarlar. Namaz vakti
yaklaşmasına rağmen herhangi bir hareketlilik göremezler. Bir süre sonra
caminin dışındaki lokantanın önüne bir cenaze arabası yanaşır. İki kişi,
üstünde örtü bile olmayan bir tabutu indirmeye çalışırlar. Cami avlusunda,
Akif’in cenazesini bekleyen o birkaç üniversite öğrencisi, tabutun fakir ve
örtüsüz hâline acıyıp yardım etmek isterler. Cenazenin yanına yaklaşınca,
örtüsüz ve kimsesiz tabutun Mehmet Akif Ersoy’a ait olduğunu öğrenirler ve
ağlamaya başlarlar. İçlerinden birisi koşa koşa lokantanın bayrağını alıp
getirir ve vatan şairinin üzerine örter. Namaz vaktine kadar olan kısa süre
içinde yüzlerce üniversiteli vatanperver öğrenci, Akif’in cenazesinde buluşur.
Cenaze, musalla taşında beklerken üzeri ay yıldızlı bayraklarla süslenir.
Cenaze merasiminde, bir tek resmî kişi ve kuruluş yer almaz. Vatan şairinin
tabutu, üniversiteli gençlerin omuzları üzerinde, Edirnekapı Şehitliği’ne kadar
taşınır. Akif’in cenazesi başında, gür sesleriyle İstiklâl Marşı söyleyen
gençler, daha sonra tekbirlerle cenazeyi defnederler.”
Burada
tarihe düşülen notta, resmi zevattan hiçbir Allah kulunun dahi bulunmamasıydı.
Atılan imza, düşülen şerh, yok sayılan bir değer bugün hâlâ var, lakin onun
cenazesini son vazife addedip uğurlamaya gitmeyenlerden kaç tanesi biliniyor?
O para için yazmadı İstiklal
Marşını. Şan ve şeref içinde yapmadı bunu. Öyle olsaydı eğer vaat edilen ödülü
alırdı. Sırtında emanet paltoyla dolaştığı günlerde… Şan ve şeref içinde
yapmadı bunu. Safahat’ına alırdı eğer öyle olsaydı.
Yıl 1962’dir. Gariban ve pejmürde
kılıklı bir adam İstanbul’da bir köşe yazarının odasına girer ve ondan cüzi bir
para yardımı ister. Münasip bir para alır gider. Bir kaç ay sonra tek sütunluk
haber yayınlanır gazetelerde. Bir çöp bidonun yanında bir erkek cesedi.
Kimsesiz, sahipsiz ve yalnız… Fotoğrafı vardır gazetede. Akif’in oğludur. “Kim
bu sahipsiz ve kimsesiz ve biçare naaş!” diye sordu bir ana. “Kuran şairi
Mehmet Akif ERSOY’UN oğludur.” diyemedi dilim.
Başka söze ne hacet? Ne ölümdür biliriz.
1982’de emekli maaşıyla geçinir
bir adam. Bu maaş yetmemektedir ona. Sıkıntı göbek adıdır bir bakıma. Kaderidir
ya da! Bu zor ve ağır şartlar altında hastalanır. Bu da yetmezmiş gibi sahipsiz
ve bakımsız günler geçirir burada. Masrafları fazladır, hastane faturası
yüklüdür. Bu kadar paraya bu kadar tedavi ile iyileşmeden daha küçük ve daha az
masraflı başka bir hastaneye nakledilir. Ama bu hastane onun hastalığına kâfi
gelemez ve emekli maaşıyla geçinen adam bir akşam ansızın ölür. Masraflarını
karşılayacak denli parası olmadığından bütün masraflarını Üsküdar Belediyesi
karşılar. Bu adam Akif’in oğlu Tarık ERSOY’DUR. “Kim bu fakir cenaze ki
belediye defnediyor?” diye sordu yaşlı bir amca. “İstiklal Marşı şairi Mehmet
Akif ERSOY’UN oğludur O!” diyemedi yüreğim.
1991 yılında Beyoğlu’nda
oturdukları evlerinde kira ödeyemediği için yaka paça atılan yaşlı kadın ve
torunları… Atanlar, hırpalayanlar bakmazlar kim olduklarına. Soyuna sopuna
aldırmazlar. O kadın ki Mehmet Akif’in kızıdır. “Kimdir bu, atılan evinden
sokağından, biçare ve mağdur?” diye sordu bir ecnebi. “O kız, o kız… İstiklal
Marşı şairi Mehmet AKİF’İN kızıdır.” diyemedi vicdanım.
2007’de
bir gazetede yazmıştı. “Akif’in İstiklal Marşı’nı duvarına kazıyarak yazdığı
Ankara’daki evi bakımsızlıktan dökülüyor.” Şimdi gözlerimden dökülen nisan yağmurları
değildir damla damla. Yüreğimden akıp gelen isyan, nefret ve serzeniştir
delice. “Nedir bu evin önemi?” dedi bir çocuk. “Bir milletin tarihinin şanının
çakı ile duvara silinmemecesine kazıldığı yerdir.” diyemedi izanım.
Ve bütün bunlar 1921’den beri
İstiklal Marşı’nı okurken cereyan ediyor ülkemde.
“Çöz de artık
ömrümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme
İlahi, bir avuç toprağını…”