Üşümüş ellerimle ağaca çıkamayacağımı anlayınca içli içli ağlamaya başladım…Kar, ara ara tozuyordu. Artan esinti, açıktaki yerlerime iğne gibi batıyordu. Ceketimden ve pantolonumdan bile geçip tenimi iğneliyordu. Karabulutların en aydınlık yeri Sarıkaya’nın üstüydü. Belli ki yakında akşam olacak, karanlık basacaktı. Seslensem sesim duyulmazdı. Kurtlara ulaşırdı ancak. Ya da o karartıya. Belki bağıramam. Korkudan dilim tutulmuştur. Sesimin çıkıp çıkmadığını anlamak için bağırmaya cesaret edemedim. Ateş yakmak için ağaca çıkıp ince dallardan kırmayı düşündüm. Zorbela ağaca çıktım diyelim. Ya ateşi gören olmazsa?..Ya dallar ıslaksa? Onları yakmaya kibritim yetmezse?.. Torbamdaki kitabımla iki defterim geldi aklıma.
“Kitabımı yırtmam. Öğretmenim kızar. Defteri yırtmama da kızar. Ortasını yırtarsam belki fark etmez. Görüp kızarsa üşüdüm derim. Varsın kulağımı çeksin. Küçük dayım gine bana defter alır…”
Kibrit çöplerini kutuya sokuşturdum. Parmaklarım uyuştuğundan, torbanın önden bağlı ipini dişlerimle çözebildim. Sırtımı ağacın gövdesinden ayırmadan çepeçevre döndüm. Kurtlar görünmediği gibi o karartı şey de duruyordu yerinde. Ahlat ağacının gövdesine sinercesine çöktüm. Dizlerim kara gömüldü. Küçük dayımın köyün bakkalından alıverdiği defteri çıkardım. Ötekini yırtmam. Dedem, ta Dumlupınar’dan alıvermişti. Defterin orta sayfasını açtım. İçimden bir türlü yırtmak gelmiyordu. Uyuşuk parmaklarım, yaprakları tutmamak için hepten uyuşmuş gibi oldular. Sıcak soluğumu üfledim. Defterime acısam da iki yaprağı yırttım. Esintiden uçmasınlar diye buruşturup ceketimin sol cebine koydum. İkisini daha yırttım. Onları da toparlayıp aynı cebe koydum. Gizli yaparcasına iki yaprak daha yırtıp onları da top haline getirdim. Defteri koyarken akide şekeri olduğunu hatırladım. Ararken kalem geldi elime. Hemen çıkarıp iç cebime koydum. Buruşuk kağıdı arayıp buldum. Şekerleri torbaya döküp, ellerimi ısıtmak için kağıdı yakmak istedim. Şekerler kirlenir diye vazgeçtim. Açlığımı köreltmek için ağzıma iki akide şekeri attım.
“Kardeşlerim, anam, babam yerken ben yemem…”
İki şeker de pantolonumun cebine koydum. Torbamı sırtıma alıp öndeki ipini bağladım. İlk kopardığım ve buruşuk koyduğum iki yaprağı top haline getirdim. Ahlat ağacının gövdesinden destek alarak doğruldum. Güç de olsa yaktım kağıt topu. Alevlenince, ellerimi ısıtmak için ondan ona aktardım. Hoşuma gitti ama alev kısa sürede bitti. Küller uçuştu. Ellerim ısınmadığı gibi acımaya başladı. Acıdan olsa gerek parmaklarımın uyuşukluğu geçti. İki ateş topumla kalemimin olması güven verdi bana. Ağzımdaki akide şekerleriyle güçlenir gibi oldum. Kibrit kutusuyla çöpleri ellerime aldım. Yürümek istedim ama uyuşmuş dizlerimi çözemedim. Tepindim. Gerime ve sağıma soluma iyice baktım. O karartı yerinde duruyordu. Adım attım. Bir, iki, üç derken açıldı dizlerim.
“Kurtlar yaklaşırlarsa eğer, ateş toplarımdan birisini yakar üstlerine atarım. Arkasından öbürünü savururum. Korkutup kaçırırım. Ateş topumun bittiğini sanıp yaklaştıklarında, ardı ardına çakar ateş yaparım. Tabanca attığımı sanırlar. Gine gelirlerse, cebimdeki kurşunkalemi gözlerine gözlerine dürterim. Kör ederim. O karartı yürüdü mü ne? Sanki beriye geliyor gibi. Önüme geçmesin? Yok yok. Yerinde duruyor.”
Karın tozuması arttı. Esinti o taraftan geldiği için sağ kulağım yanıyordu. Acı duyduğumdan üşüdüğümü anlayamıyordum. Şeker yemem iyi oldu. Biraz derman kazandım. Zor da olsa pantolon cebindeki şekerleri alıp ağzıma attım.
Çayırın ortasındaki yola geldim. Durup dört bir yanıma bakındım. Kurtların olduğu taraftaki orman öteye kaydığından daha karanlık görünüyordu. Sol taraftaki karartı ise eksikte kalmış gibiydi. Belova’nın evleri puslu görünüyordu. Sarıkaya, sanki havada duruyordu. Yürüdüm. Buralarda kar daha fazlaydı. Dizlerimi geçiyordu. Bir ayak boyu adım atabiliyorum ancak. Ağzımdaki eriyen şekerin tatlı suyunu yutarken çenem acıdı. Gözlerim kararmaya başladı. Öyle bir uykum geldi ki, uyurgezer gibi gider oldum.
“Karı eşeleyip biraz uyusam iyi olur. Büzülüp yatınca kurtlar beni görmez. Uykumu savdıktan sonra kalkar giderim. Dinlendiğim için daha hızlı yol alırım. Kar atıştırması da belki o vakit kesilir. Karanlıkta kurtlara da görünmemiş olurum….”
Ötelerden bir ses geldi. Köpek havlaması sandım. Besbelli kurtların kokusunu alan bir köpek havladı diye yordum sesi. Kim bilir, belki de bizim karabaşlardan birisiydi havlayan. Uykum biraz dağılır gibi oldu.
“İyi. Uyurken, köpek var diye kurtlar bana yaklaşmaz. Çayır suludur. Üstüm başım ıslanır. Büyük halamın tarlasının yanı sulu değildir. Orada yatayım.”
Yan tarafa yönelmek istedim. Kısa bir adım attım ki, “Veysel” diye bir ses duyar gibi oldum. Durup baktım Belova’ya. Evlerle Sarıkaya yatık gibiydiler. Üstelik bulanıktılar. Köpek hırlamasına benzeyen bir ses ilişti sağ kulağıma. Sandım ki kurtlar yaklaştı. Dönerken uyuşuk ayaklarım dolandı. Düştüm. Ellerimle birlikte, kibrit kutumla çöpler de kara gömüldü. Kalkamadım. Kurt göremedim ama, Karaarap Deresi, kurtlar kadar
korkutucu göründü. Kapkaranlıktı.
Kibrit kutusu ve çöpleri bırakmadan yumruklarımın üstünde doğrulup ayağa kalktım. Söğütlerin altından bana doğru bir karartı geliyordu. Gözlerime kar bulaştığı için ne olduğunu seçemedim.
“Veysel’imm!..”
Anamın sesi bu…Gözlerim yaşarıverdi. Anam geliyordu…Ağlamaya başladım. “Ana...” sesim zor çıktı. Koşmak istedim, küçük bir adımı bile atamadım.
“Veysel’immm!”
Anam geliyordu…Delicesine koşarak…Şalvarını karda sürüyerek…Elindeki atkısını dalgalandırarak… Arkaya kayan üstlüğünden taşan saçlarını savura savura…Hüngür hüngür ağlarken dizlerimin üstüne çöktüm. Koca söğütlerin olduğu yerde başka karartılar gördüm... Anam geliyordu…Şalvarla da olsa koşarak…Büyük adımlar atarak…Bir taş atımı kadar yaklaştı anam. “Veysel’immm!..” der demez süstü gitti karda. Ciğerim yanıverdi. Gidip anamı kaldırmak istedim. Kalkamadım ama anam kalktı. Yüz gözü kar içinde koştu bana doğru. Soluk soluğa geldi…Çöktüğü gibi beni öyle bir sarmaladı ki, birlikte kaydık. Kara gömüldük. Anam, yüreğine koymak istercesine sımsıkı sardı beni…Çıldırmışçasına öperken kesik kesik ağlayınca ben de başladım yeniden ağlamaya…
Anam sıcacıktı. Yüreği güm güm atıyordu. Ciğerlerine soluk yetiştiremiyordu. Anam için korktum. Yaman anam, onca yorgunluğuna rağmen atkısıyla beni hemen sarmaladı. Boşta kalan ayaklarıma da, belinden çıkardığı kuşağını sardı. Kalktığı gibi beni kucaklayıp sırtına aldı. Yürüdü koşarcasına. Koşarak gelenleri gördüm. Aralarında babam da vardı. En öndeki genç emmim, geldiği gibi anamın sırtından aldı beni. Geldiği yöne koşmaya başladı. Babam ve iki emmim yanında hiç durmadı. Babamın, dokunsan ağlayacak gibi olduğu fark ettim Az sonra başımı çevirip baktığımda, babamın ceketini çıkarıp anama verdiğin gördüm. Sevindim. Bir başka duygulanıp gözyaşı döktüm…
***
Öğle namazını biraz geç kılan anamın üstüne bir ağırlık çökmüş. Yavru kardeşimizi emzirip uyuttuktan sonra odanın içinde gezinip durmuş. Bir emmi kızının yanına gitmek isteyen abama, “otur!” diye bağırmış. “Ayağımın altına dolaşma!” diyerek küçük kardeşimi azarlamış. Sonrasında iç sıkıntısını hayra yormuş. Çukurören köyünde okuyan çocuklar geldiği için Veysel’im de gelir diye umut etmiş.Dedesi, dayıları getirir diye düşünmüş. En küçük kardeşimin başında abamı ve ortanca kardeşimi bırakıp, evin biraz ötesindeki ahlatların yanına gitmiş. Karaarap deresine doğru giden ve ormana giren köy yoluna bakmış sürekli. Aha şimdi çıkacaklar, birazdan görünecekler diye hep ümit etmiş. Anamla birlikte başka kadın ve çocuklar da bakmışlar.
“Bu karda kışta gelmezler,” diyenlere anam,“Beygirlere binip gelirler. Belki de kızakla gelirler,” demiş hep. Geleceğim sanki içine doğmuş. Kardeşimi emzirmek için eve döndüğünde abamı göndermiş. Sonra yine kendisi almış nöbeti. Aşağı Belova’dan geleceğimi hiç düşünmemiş. Gözü hep, Karaarap deresi yolunda olmuş. Ortanca kardeşim gelmiş. Anam, üşümemesi için onu eve göndermek istemiş. Kardeşim gitmek istememiş. Anam, gelmeyecekler herhalde diye ümidini yitirip kardeşimi götürürken Saraycık köyü yoluna son kez bakmış. Sağ tarafta, tarlalar ortasından bir alev gözüne çarpar gibi olmuş. Parlayıp sönen bir kıvılcım gibi. Sevecen yüreği cız edivermiş. “Veysel’im, yalnız başına gelip işaret veriyor olmasın?..” diye geçirmiş içinden. Gözlerini ayırmadan bakmış durmuş Aşağı Belova’ya doğru. Bir hareket ya da aleve benzer başka bir şey görememiş. Kardeşimi yolladığı halde kendisi oradan ayrılmamış. Abamla birlikte evde çocuğa bakan emmim kızı merdiven başından, “Yenge! Çocuk ağlıyor!” diye seslenmiş. “İnek sütü verin!” diyen anam, ışığı fark ettiği yerden ayırmamış bakışını. Küçük bir karartı görünce, ciğerinin yanıvermesinden karartının oğlu Veysel olduğunu hissetmiş… “Veysel’immm!..” feryadıyla koşmuş aşağıya doğru. Anamın deli gibi koşarak gittiğini pencereden görmüş abam. Küçük kardeşimi emmi kızıyla ortanca kardeşime bırakıp dışarıya fırlamış. Anamın peşine düşmüş.“Veysel’imm! Veysel’imm!” diye diye koşarak giden anamın uzaklaşmasıyla geriye dönmüş. Büyük emmilerimden birisinin, kardan bir tarafı çöken samanlığının tamirine yardımcı olan babama haber vermiş. Babam ve oradaki emmilerim de seyitmişler anamın ardından. Aşağıdaki koca söğütlerin yanına indiklerinde anamın niye delicesine koştuğunu anlamışlar.
***
Anam, canını dişine takarak bana tez ulaşmak için karda koşarken kara lastik ayakkabısından tekini kara diyet vermiş. Ayağından nerede çıktığını bilmiyordu. “Karlar eriyince bulurum. Arkası kopuk bir ayakkabı var. Onunla idare ederim,” dediğinde gözlerim sulandı. Babamın bana alıverdiği ayakkabıları veririm ama uymaz ki…Anamın ayakları büyük.
***
Yılar, yıllar sonrası.
Yerlerde bir karışı aşkın kar vardı. Ahlatların altındaki oturakta oturup Aşağı Belova tarafına bakıyordum. Yıllar önceki o kış gününde yaşadıklarımı anımsadım. Hepsi belleğimde capcanlı duruyordu. Hüzünle gülümsedim. Kurtlar beni parçalamış olsalardı…Ya da soğuktan donup ölseydim eğer, annem çıldırır mıydı bilemiyorum ama…Ahlatların yanında çökerek hep yolumu gözlerdi…Uzun hava bir türkü vardır hani. Okul olmadığı için küçük kızını öbür köydeki okula gönderen, tipide kaybolup bir daha dönmeyen kızına yanan bir ananın yaktığı ağıt…
“Sıra… sıra gelen mektep uşağı anam uşağı… uşağı…
Ah!...Neden eller geldi Zöhre’m gelmedi…Eyvah ey…
Neden eller geldi Zöhre’m gelmedi…vah…
Aman aman…aman aman…aman aman aman…
Neden eller geldi Zöhre’m gelmedi…”
Belovalı çocukların okuldan gelişlerinde de benzer ağıtı annem yakar ve söylerdi…
“Yaya…yaya gelen mektep çocukları…anam çocukları…
Ah!..Ellerin çocukları geldi…Veysel’im gelmedi…
Yavrum…Kuzum Veysel’im gelmedi…Vah…Vah…
Herkes geldi… Koçum Veysel’im gelmedi…Ah!..Ah!...”
Vura vura çürüttüğü bağrını yine döverdi…Bağrını dövmekle de yetinmezdi…
Erkek buzağıları, yeni danaları ve koça ayrılan erkek kuzulara ömrü boyunca;
“Veysel’im!..Veysel’im!..”diyerek sarılırdı. Onları öperken, yitirdiği Veysel’inin ruhuna gözyaşı da hediye ederdi…
Tıpkı;
Askerde şehit olan kardeşi, küçük dayım için ömrü boyunca *tosunlara;
“Memed’im!..Memedim!..” diyerek sarıldığı gibi…Onları öperken kardeşinin ruhuna gözyaşı da hediye ettiği gibi…
Tıpkı;
Yirmi bir yaşında ölen biricik kızı, ablam için ömrü boyunca; *düve ve *şişeklere;
“Ayşe’m!..Ayşe’m!..” diyerek sarıldığı gibi. Onları öperken yitirdiği kızının ruhuna gözyaşı da hediye ettiği gibi…
Veysel Başer
Not: Bu öyküm,beş bölüm halinde sayfamda bulunur. Dört ve beşinci bölümlerden, “Anneler Günü” için özel bir seçim yaptım.
Tosun: İnek dölleyebilecek çağa gelen dana. Şişek: Kuzulama dönemine gelmiş koyun. Düve: Doğum yapmamış dişi sığır.