Çise ve Sarıkız öyküsünü yıllar önce yazmış ve bazı edebiyat sitelerinde yayınlamıştım. Sitemizde de yayınlandığımı sanıyordum. Nasılsa unutmuşum meğer. Öykü sayfama, daha geniş olarak yer alacak. Geogle gibi arama motorlarında “Çise” ya da “Sarıkız” yazıldığında Edebiyat evi sitesi çıkmalı. Ayrıca bu öykü çok beğenilmiş ki, FORMİSTAN, FORUMSAL NET VE MAİN BOARD (2016) siteleri de iznimi almadan öyküyü kendi sitelerine koymuşlar. Adımı yazdıkları için sorun yapmadım.
Sarıkız öyküsünün geniş bölümünü Edremit’in Çamcı köyünden yaşlı bir ozanın anlatımından dinledim. Orman Bölge Şefliği görevlerim sırasında Kazdağı ve civarında çok dolaştım. Sarıkız’la ilgili farklı anlatımlara tanık oldum. Ayrıca, Kazdağı’nın zirvesini gezdim. Dağılmış kaz avlularını gördüm. Babadağ Tepe’sine çıktım. Sarıkız’ın türbesinde, sandukasına el değdirdim. Sarıkız’ın ruhuna Fatiha okudum. Taş avluları dolandım. Dolaysıyla Sarıkız’la ilgili anlatı bir başka yazılımdan alınmış değildir. Anlatıları derleme ve araştırma sonucu işte bu Sarıkız öyküsü oluşturuldu. Uzun soluklu bir çalışmama Sarıkız öyküsünü de kattım. Bir bütünlük olması için çalışmamdan, “Sarıkız” öyküsünü “Çise ve Sarıkız” olarak alıntı yaptım.
Öykü, uzun olmalı ki, okunmalık olsun.
Çise, gece söylediklerini sabahın köründe yerine getirerek kahvaltı yaptırdı babasına. Az azdan kendi katıldı tabii. Hazırlığını tamamlayan babasını öperek, tatlı dille, güler yüzle ve hayır dualarıyla uğurladı İzmir’e. Bunun duruluğu ve dalgınlığıyla geniş balkonda otururken çarşaf gibi denizde zıplayan balık görünce gülümsedi. Başka zıplayan balık görmek için deniz üzerinde ilerleyen bakışı karşılara kaydı. Akçay, Altınoluk taraflarına. Başını kaldırmasıyla Kazdağı’na yaslandı ve giderek dağın zirvesine ulaştı bakışları. Koyu yeşile bürünen dağ o kadar yakın görünüyordu ki, balık gibi zıplayamasa bile badi badi adımlarla zirvesine çıkası geldi. Sarıkız gibi kaz gütme özlemi duyunca derin düşünceye daldı…
Evvelki yılın kasım ayında, Edremit’in Kazdağı eteğindeki bir köye düğüne gitmişlerdi. Oğlunu everen adam, iki büyük kamyonuyla babası ve yakınlarının inşaat şirketine demir, çimento, tuğla gibi inşaat malzemeleri taşıyan birisi olunca, neredeyse hısım akrabanın tamamı düğüne davet edilmişti. Çise, Alevi köyüne gideceklerini yolda, babasından öğrenmişti. Alevilik, Sünnilik konularını bilmezdi. Merak da etmezdi. Düğün sahipleri ve köylülerce çok sıcak karşılanmışlardı. İlk defa bir köy düğününe gelmenin heyecanını duyarken lisedeki arkadaşlarıyla karşılaşmasının ve onların Alevi olduğunu bilmemenin şaşkınlığını yaşamıştı. Kızların, rengarenk yöresel giysilerine bayılmıştı.
Çise, dört beş kez videoda seyrettiği o düğünü bu defa hayalen yaşamak istedi.
Köyün
meydanı, sandalye, masa ve kalas-tahta oturaklarla çevriliydi. Konuk olarak
gelenler öndeki masaların çevresine konulmuş sandalyelerde otururken Türkmenler,
arkadaki kalas oturaklardaydı. Türkmen kadınları ve küçüklü büyüklü kızları pek
allı pullu, işlemeli, çeşitli renklerdeki giysiler içindelerdi. Sahne gibi boşluğun bir kenarında, gelin ve
damat oturuyordu. Gelin güzel ve güleç
yüzlüydü. Damatsa biraz kibar görünümlüydü. Otantik desenli ipekten, kaftan
türü bir giysi vardı gelinin üzerinde. Alnı, üç sıralı altın paralarla
kaplıydı. Kızların demesine göre, paraların bağlı olduğu başlığa terlik denirmiş. Bunu dışında, başka
renkli ipekliler de vardı gelin başında.
Davul, zurna, klarnet, keman, darbuka çalanlar maharetlerini ortaya dökmeye başlayınca doluverdi meydan. Gelin ve damat da katıldı kalabalığa. Mahalli ve geleneksel oyunlar oynandı. Halaylar çekildi. Hem de kadınlı erkekli. Çise, önce Nur kardeşliğiyle kalktı oyuna. Sonrasında hısımlarının yanı sıra annesi ve babasıyla oynadı. Köydeki ve düğüne gelen diğer kız arkadaşlarıyla karşılıklı göbek attı. En çok dikkatini çeken olgu, gelin ve damadın başı üzerine para döndürülürken “Caboo!” denmesiydi. Yere dökülen paraları çalgıcılardan biri hemen alıp cebe indiriyordu. “Cabo” yapanların ardı arkası kesilmiyordu. Fırsat bulup, gelin üzerinde “Cabo” yaptı. Yere düşen kağıt parasının kapılırcasına alınmasana pek güldü…
Oyun faslı bitince, halk ozanı diye tanıtılan bir adam geçti mikrofon başına. Başında kasket vardı. Boynunda da, omuzlarında aşağıya uçları epey sarkık sarı üstlük. Bir elinde de sazı. Herkes sandı ki ozan, sazının döşüne vuracağı tezenesiyle türkü ve oyun havaları döktürecek… Öyle olmadı. Sazın tellerinden yanık ezgiler döküldü önce. Ardından da ozan, köylerine gelerek düğünlerine renk katan konuklarını muhabbetle selamladığını söyledi. Ayrım kayırım olmadan ortak oyunlardan son derece mutlu olduğunu belirtip sazının tellerine dokundurdu mızrabını. Dokunaklı bir ezgi yayıldı meydana.
“Keşke, Sarıkız’la sevdiği oğlanın düğünleri de böyle yapılsaydı!” diye seslendi Ozan. Sazının sesini kısıp; “Çanakkale ve Edremit yörelerinde yaşayan Aleviler kendilerini Türkmen tanımlarlar,” diyerek sürdürdü konuşmasını. “Men Türk derler. Ben de, men Türk bir ozanım. Biz ozanlar, yüreğimizden coşup gelenlerin yanı sıra, yüzyıllardan beri destanları, yiğitlikleri ve dilden dile akan söylenceleri yeni kuşaklara taşıyan aktarıcılarız. Geçmiş iyi bilinirse, geleceğe doğru yön verilir. Biz ozanlar buna hizmet ederiz.”
Ozan,
sazının tellerine öyle bir dokundu ki, yürekleri titretti adeta.
“Yıllar yıllar öncesi, Kazdağı’nın bu
yakasındaki Türkmen köylerinin birinde bir kız yaşıyordu,” diyerek anlatıma
geçti Ozan. “Saçları, altın sarısıydı. Sarıkız* diyorlardı ona. Kazdağı
göknarının fidanı kadar narin yapılı ve onun ibreleri gibi yeşile çalıyordu
gözleri. Hani o ibrelere çiğ ya da yağmur damlaları düşer de güneşte parlar ya,
Sarıkız’ın gözleri de öyle ışıyordu… Öylesine güzeldi ki, bir gören bakışını
çekemiyordu ondan... Kaz güdüyordu bu güzeller güzeli Sarıkız. Henüz, on beşine
yeni girdiği halde, Türkmen oğlanlarının sevdalısı, ana ve babaların gelin
adayı oluyordu. Sarıkız’ın babası, kimsenin hatırını kırmak istemiyordu. Sarıkız’ım, on sekiz yaşına erdiğinde, kimi
tercih ederse damadım ve dünürüm onlardır diyordu. Eline, beline ve diline sahip olmak, Türkmenlerin en önde
gelen değerleridir. O nedenle, Türkmen köylerinin gençleri, Sarıkız’a askıntı
olmuyor, anaları ve babaları da, baba evinin eşiğini aşındırmıyorlardı.”
Ozan,
soluklanmak için, sazının tellerine biraz fazla dokundurdu penasını. Ezgileri
duyan, Rodrigo’nun gitar konçertosu sanırdı.
Meydana yayılan ezgiler öylesine dokunaklıydı ki…
“Günler,
aylar, mevsimler ve yıllar geçti,” diyerek yine dillendi ozan. “Kaz çobanı
Sarıkız, büyüyüp, selvi boylu oldu. Güzelliğine bir güzellik daha kattı.
Sarıkız’ı gördükçe içleri giden Türkmen gençleri, şunun şurasında ne kaldı diyerek, Sarıkız’ın on sekiz yaşına ayak
basmasını özlemle bekliyorlardı. Geçen her güne çentik atıyorlardı adeta. On
sekiz yaşına bir ay kala Sarıkız, köyün epey aşağısındaki çayırlıkta kazlarını
güderken bir oğlanla karşılaştı. Oğlan, bir peri kızıyla karşılaştığını sanmış
olmalı ki, bakışlarını çekemedi dünya güzeli kızdan. Oğlanın yanık bakışıyla da
Sarıkız’ın taze yüreği pırpır ediverdi. İki gün sonra aynı yere kazlarını
götürdüğünde yine karşılaştı oğlanla. Utangaç bakışlar gülümseyişe dönüştükçe
Sarıkız’ın yüreğinde farklı bir sevgi yeşermeye başladı. Aşktı bu… Yürekte
yeşeren sevginin çiçeğe dönüşmesiydi. Sarıkız’ın yüreği öyle bir okşanıyordu
ki, bu güzel duygu hiç bitmesin istiyordu. Bu yürek sevdası onu, gün aşırı
kazlarını o çayıra götürmeye yöneltiyordu. Oğlanla buluşunca gönülleri
çağlarcasına akıyordu birbirlerine. Daha da güzel ve mutlu günler umarlarken…
Özde Türk ve temelde aynı inançta oldukları halde ne yazık ki Alevi-Sünni
ayrımcılığı olanca acımasızlığıyla balyoz gibi iniverdi tepelerine... İki
tarafın sevgiden nasipsiz tutucu katı yüreklileri, böyle bir sevdaya şiddetle
karşı çıkıyorlardı. Alevi bir kız, Sünni bir oğlana giderse, kendilerine uydurulurmuş. Uymak istemezse
eğer, yaptığı yemek yenilmez, diktiği
giyilmez, evin bereketi gidermiş gibi safsatalarla hor görülüp dışlanırmış.
Alevi gencine giden Sünni kızın da, imanı
zedelenir, görgüsü değişirmiş. İşte böyle saçma sapan ön yargılarla sevdalı
yürekler, Kazdağı’nın yağlı çam çırası gibi yanıyordu… Öyle ki, kimi zaman
Alevi bir oğlanın Sünni bir kızı sevmesi övgü ve destek görürken, Sünni bir
oğlana gönül veren Sarıkız’a bu hak çok görülüyordu. Aleviliği hor görmekle
suçlanıyordu Sarıkız. Sünni oğlanı, Türkmen oğlanlara tercih etmekle itham
ediliyordu. Aslı astarı olmayan iğrenç iftiralara uğruyordu. Sevdalısı
olabilmek için yanıp tutuşan oğlanlar, Sarıkız’a düşman kesiliyor, gelinim
olsun diye can atan oğlan analarıyla babaları, Sarıkız’a öfke kusuyorlardı.
Köydeki Alevi büyüklerince, savunma hakkı bile tanınmadan Sarıkız hakkında ölüm
fermanı verildi. Güzeller güzeli Sarıkız, insanlık değerlerine aykırı bir
töreye kurbanı ediliyordu... Fermanın yerine getirilmesi görevi de ilk başta
babaya düşüyordu. Aksi takdirde düşkün
kabul edilecek, eş dost selamı sabahı kesecekti. Baba, toplumdan dışlanarak
düşkün olmamayı kızına tercih etti. Kazları birlikte gütme bahanesiyle kızını
ormana götürdü. Öldürüleceğini anlayan Sarıkız; Ben sadece gönül verdim. Sevdalımın eli, elime bile değmedi. Bana
yapılan kara çalmalara asla inanma dedi babasına. Yalvarıp yakarsa da
babasının taşlaşan yüreğini yumuşatamadı. Vedalaştığı kazları, kovaladığı halde
yanından ayrılmıyordu. Üstelik, Sarıkız’ı ortalarına alıyorlardı. Kazların bu
garip davranışından etkilendi Sarıkız’ın babası. Yüreği yumuşamasa da kızıyla
kazların bu denli bağlılığından ürküp korktu. Boğarak öldürmeye çekindiği
kızını, kazlarıyla birlikte Kazdağı’nın zirvesine götürüp, ıssız dağ başında
yazgısıyla baş başa bıraktı.”
Derinden
sesli soluk veren ozan, kısa süre sazının tellerine dokundu. Su içerek boğazını
ıslatmasının ardından; “Dağ başına atılmakla yılgınlık göstermeyen Sarıkız,”
diyerek anlatımına devam etti. “Dağın zirvesinde her gece ateş yaktı. Gönül
verdiği oğlan görüp gelsin diye… Günler, aylar geçti. Sünni oğlan, Kazdağı’nda
yanan ateşi ve dumanı göremediği için gelemedi. Alevi kızı senin neyine gerek? Bize uymaz denilerek ona
da baskı uygulanmıştı. Sarıkız’ın, babası tarafından öldürüldüğünü duyduğunda
ise aklını çıvdırıp, alıp başını gitmiş, bir daha da kendinden haber
alınamamıştı. Yaz, güze yaslandı. Güz de
kışa yer açtı. Kış da ilkyaza bıraktı yerini. Sarıkız, Kazdağı’nda hep yaktı
durdu ateşi… Sarıkız’ın babası, Kazdağı’nın zirvesinde yakılan ateşi gördükçe
kızının yaşadığına seviniyordu. Baba yüreği bu. Çok katı da olsa bir süre sonra
yumuşuyordu. Sarıkız’ın babasında da böyle oldu. Kızına yapılan haksızlığa
boyun eğdiği için sürekli kendine kahrediyordu zaten. Düşkün olmamak için
kızına kıymak istediğinden dolayı vicdan azabı da çekiyordu. Kızına duyduğu
özleme bu acılar da eklenince daha fazla dayanamayıp Kazdağı’nın zirvesine yol
eyledi. Kazlar, yine Sarıkız’a yaklaştırmadılar babayı. Ortalarına aldıkları
Sarıkız’ı korurlarken, bağrışarak babayı ısırmak istediler. Kazdağı zirvesinde
kanatları gelişen kazlardan bazıları, saldırmak üzere uçarak havalandı.
Babasının kötü niyetle gelmediğini anlayan Sarıkız, kazalarını sakinleştirdi.
Hasretle birbirlerine sarılan baba kız, uzun uzadıya ağlaştılar. O günden sonra
Sarıkız’ı yalnız bırakmadı babası. Kazları birlikte güttüler. Dağın düzlüğünde
taşlarla geniş kaz avluları yaptılar. Sarıkız’ın kazları bir gün, Edremit
Körfezi’ne bir beyaz bulut gibi akıverdiler. Sarıkız, kazlarının kendisini terk
edişine o kadar çok üzülüp ağladı ki… Gözyaşları yağmur gibi yağdı Kazdağı’na… Aramıza babam girdiği için kazlar beni terk
etti diye yakındı. Onlarla öyle bir can olmuş ki, keşke babam gelmeseydi diyecek kadar yandı kazlarının uçup
gitmesine. Aşağıdaki ormana mantar toplamak üzere gidip sırtıyla odun getiren
babasına kazların kaçtığını söyledi. Kızının ağlamasına dayanamayan baba; Üzülme yavrum. Ben sana başka kaz bulurum
ama senin gibi evlat bulamam diyerek onu teselli etmek istedi. Tam o sırada
kazlar geri geldi. Sarıkız, öylesine çok sevindi ki, sarmaladığı kazlarını öptü.
Kazların gidişini babasına bağladığı için sevecen yüreğinde incinme hissetti.”
Halk
ozanı, sazının sesini yine yükseltti. Bir süre devam ettirdiği farklı
ezgisinden sonra sazının tellerine dokunuşunu yavaşlatıp; “Yıllar sonra
babasını yitirdi Sarıkız,” diyerek devam etti öyküye. “Çok… çok üzüldü. Ağıtlar
yaktı. Gözyaşlarıyla bir defa daha yağmur gibi ısladı Kazdağı’nı. Dağın en
yüksek tepesine gömdü babasını. Tepeye de, Bundan
sonra senin adın Babadağ olsun dedi.
Sarıkız, kazlarıyla baş başa kaldı yine. Örfleri katı olsa da yüreği insan
sevgisiyle yoğrulmuş Türkmenler, Sarıkız’a haksızlık yaptıklarını kabul edip, köye
dönmesi için yalvarıp, yakardılar. Sarıkız, benim yerim Kazdağı dedi onlara. Alevi dedeleri de ikna edemedi
Sarıkız’ı, O hep, kazlarıyla birlikte Kazdağı’nda kalmayı yeğledi. Öldüğümde beni, körfezi iyi gören bir tepeye
gömün, vasiyetinde bulundu sadece. Gönül verdiği oğlanın kendisi gelmese
bile öldüğünde ruhu gelir diye… Yıllar yılları kovaladı ve yaşlandı Sarıkız.
Türkmenler, her hafta Sarıkız’ı görmeye, yiyecek içeceğini vermeye, kazları
yemlemeye çıkıyorlardı Kazdağı’na. Bir gün taş avluların bulunduğu yere
geldiklerinde, kaz tüylerinin uçuştuğunu gördüler. Taş avluların bir köşesine
yaklaştıklarında, kazların toplu halde bağrıştıklarını duyunca endişeye
kapıldılar. Kazların, uzun boyunlu başını sallayışlarını görüp, ağlarcasına ses
çıkardıklarını duyunca iyicene kaygılandılar. Oraya vardıklarında kazların,
gagalarıyla yoldukları tüylerini, sırtüstü yerde uzanan Sarıkız’ın üzerine
attıklarını gördüklerinde donup kaldılar. Allı pullu terlikli gelin başlığı ve
rengarenk giysiler içinde gelin olamayan Sarıkız’ın, kazlarının tüyleriyle
yaptıkları bembeyaz gelinlik içinde ruhunu teslim ettiğini gördüklerinde
gözlerine söz dinletemediler. Ağlaştılar.
Allah’ın bir hikmeti gördüler olan biteni… Sarıkız’ı, kadın bir evliya gören
Türkmenler, vefa borcu ötesinde dileğini yerine getirdiler. Edremit Körfezi’ni
çok iyi gören bir tepeye defnedildi Sarıkız. Yaşamına uygun, taşlarla yapılan
bir türbe içine alındı mezarı. Kazları için de, yabani hayvanlar zarar vermesin
diye tepenin eteğine, çepeçevre kuru taş duvar örüldü. Sarıkız’ın kazları,
Sarıkız Tepesi’nde de yalnız bırakmadılar Sarıkız’ı. Türkmenlerin getirdiği
yemleri yemeyip, her sabah yaylım için körfeze akıyorlardı bir beyaz bulut
gibi. Akşama doğru dönüyorlardı. Hiçbiri yumurtlamıyordu. Dolaysıyla kuluçkaya
yatan olmuyordu. Yeni yavru olmadığı gibi her gün biri eksiliyordu. Günler
aylar sonra tek bir kaz kaldı. Yalnız gitti yaylıma. Dönüşte, boz bir kazla
geldi Sarıkız Tepesi’ne. Sabah olduğunda iki kaz, denize doğru akmadı. Körfeze
gölge yapan beyaz bir bulut kümesine doğru kanat çırptılar. Buluta girdikten
sonra bir daha geriye dönmediler. Bulutlara giden o iki kazın, Sarıkız ve gönül
verdiği Sünni oğlan olduğuna inanıldı... Sarıkız Tepesi’ne giderseniz eğer,
Sarıkız’ın, taş duvarlarla çevrili avlular içinde kazlarıyla birlikte
gezindiğini sanır, bakınırsınız. Sarıkız’ın basit türbesine girip, mezarı
başında ruhuna Fatiha okuduğunuzda, yüreğinizdeki insan sevgisinin
bereketlendiğini hissedersiniz…”
İçli
soluk verdi Çise. Üniversite sınavları sonrasında babası, ailecek Sarıkız’ı
ziyaret etme sözü vermişti. Olmadı. Başkasına yol hakkı tanımayan bir trafik
magandası oldurtmadı…
Çise,
kendisinin de yaşadığı o elim trafik kazasını hatırlamak istemedi.
Sarıkız
tepesi hangisi diye Kazdağı’nın zirvelerine göz gezdirdi Çise. Bakışları bir
tepeye takılı kalırken, Kazdağı’nın bu güzel kızını hayal etti. Kaz çobanı
Sarıkız’la epey benzerlik gördü kendinde. Sarışın ve ipek saçlı bir kız değildi
ama onun kadar güzel olduğuna inanıyordu. Söylencede anası geçmediğine göre,
Sarıkız da öksüz olmalıydı. En belirgin ortak yanları, babalarıyla birlikte
yaşamalarıydı. Kızlarını çok seven babalara sahip olmaları da en önemli
benzerlikleriydi. Babasının da kızı uğruna tüm varlığını hiçe sayacağına inanıyordu.
Kazdağı’ndaki babanın, kaz çobanı güzel kızı Sarıkız için kazları hiçe saydığı
gibi...
Bakışlarını
Kazdağı’ndan ayıramıyor, ormanların renk değişimiyle yarattığı güzelliğe bakmaya
doyamıyordu Çise. Dünyadaki ilk güzellik yarışmasının Kazdağı’nda yapıldığı
bilgisi geldi aklına. Yarışma nerede yapılmış olabilir merakıyla Kazdağı’nın
tepelerini ve körfeze bakan yüzünü taradı bakışlarıyla. Güzellik yarışması
hakkında epey kafa yordu ama Paris ve
altın
elma dışında başka bir şey gelmedi aklına. Babasına sormaya karar
verdi. Bakışları Kazdağı’na çevriliyken kuş sürüsü çarptı gözüne. Kazdağı’nın
bir tepesinden beriye doğru geliyorlardı sanki. Sarıkız’ın kazları sandı. Kuş
sürüsünün martı olduğunu anlayınca güldü yavaştan. Kuşlara bakarken gözü,
çıplak görünen bir tepeye takıldı. Sarıkız’ın türbesinin o tepede olacağını
hissetti.
“Seni
ziyaret edeceğim Sarıkız,” dedi hüzünlü.
“Kazların gibi badi badi yürüyerek de olsa, geleceğim yanına… Annem ve kardeşim
Güneş adına da ziyaret edeceğim seni… Ruhlarınıza hediye etmek üzere Fatiha okuyacağım…”
Korna
sesi duyunca, dalgın dünyasından sıyrılıverdi Çise. Geleceklerini bildiği Nur
kardeşliğiyle İrfan amcasını karşılamak üzere, vücudunun bir parçası kabul ettiği
tekerlekli sandalyesine geçti hemen. Eğimli özel yolundan hızla inerken bile
çember çevirdi…