“Haksızlık bu!” dedi.
Şimşeksiz, bulutsuz bir yağmur damlası gibi apansız, hiç haber vermeden…
Güler haksızlık olan şey ne, haksızlığı
yapan kim, soramadı bile. Az önce yaptığı tarifi yeni bitirmişti. Yeni denediği
bir tatlı… Kıvamına varması için en önemli püf noktasını da iliştirmişti
sözünün bir yerine. İyi bir akraba olduğunu bir kez daha teyit etmişti.
Ayşe ise teşekkür yerine ne
zaman başladığı belirsiz bir düşünce zincirinin halkalarından birini
tutuşturuvermişti bir anda eline. Tarifi duymamıştı bile belki.
“Yine neyi dert ettin sevgili
kuzenim?” diye sordu hayretini şekere bulayan şerbetli bir sesle. “Bu ılık ılık
okşayan havada, cennet misali bu bahçede seninle iki kuzen oturmuş, tatlı tatlı
tembellik ederken; dışarıyı şu duvarın ötesinde bırakmış; çiçeklerden,
ağaçlardan rengarenk bir koza örerken çevremize, ne gibi bir haksızlık aklına
gelmiş olabilir ki senin ?! Öyle bir haksızlık gerçekten varsa bile böyle bir
yerde onu ne çağrıştırabilir ki?”
Ayşe buzullarını çözmemeye
kararlı, aynı asık yüzlü tonda devam etti konuşmasına. “Aksine böyle cennet
gibi bir yerde bu tarz şeyler akla gelir en çok da. Mükemmeliyeti bozacak
küçücük bir şey bile çoraptaki delik misali büyür durur gitgide. Önceden göze
batmayan küçücük bir ayrıntı en önemli parçası olur bütünün. En çok o görünür.”
“Haksızlık olan ne peki?”
dedi Güler, bundan sonra bir kez bile duyduklarını sorgulamayacağını garanti
eden bir ciddiyeti apar topar giydirerek sesine. “Gerçekten merak ettim şimdi.
Az önceki tavrımı hoş gör lütfen.”
“Annelerimizin bu kadar
farklı olması mesela… Ve dolayısıyla da ikimizin farklı olması… Bence büyük
haksızlık… Senin yarım saat içinde attığın o şakrak kahkahalardan benim oğlumu
mahrum edecek kadar önemli bir fark bu… Can senin kızının bol bol nasiplendiği,
her şeyi hafife alan, meydan okuyan tavra hiçbir zaman tanık olamayacak bende… Çünkü
ben bir kez bile senin gibi boş veremeyeceğim. Kalbim ve ellerim sıcacık, evimin
odalarında geziniyormuşçasına rahat, çevreme pervasız gülüşler gönderemeyecek,
güzel bir ayna olamayacağım dünyaya. Oraya ait her şey yüzümdeki barikatlardan
birine toslayacak mutlaka. Kaygı olacak o barikat kimi zaman… Kimi zamansa
yaşanmamış, ertelenmiş bir duygu… Tıpkı benim annemin yüzü gibi…”
“Teyzeme haksızlık ediyorsun
bence.” dedi Güler, onunla yıllar önce, yine böyle bir yaz gününde paylaştığı
sıcacık bir an’ı hatırlayarak… Konuştukları konu neydi, tam olarak
hatırlayamasa da teyzesinin yüzündeki o yoğun duyguyu şu an gibi görebiliyordu zihninde.
Şefkat mi dese ya da çok sevilen birine bir zarar gelmesinden duyulan kaygı mı
her neyse, o an’ı büyülü bir hale getiriyordu. Teyze yeğen yapıyordu onları, bu
kavramın içini en küçük boşluk kalmamacasına doldurarak… Evet, o gün teyzesi
annesinin ablası olmakla yetinmemiş, sırf kendisine özel o kimliği, yani teyzeliği
de giyinmişti. Ayşe'nin sözünü ettiği o yanlış ayna olmaktan çok uzaktaydı
yüzü. Tamam, biraz sakınan, uzaktan bakan bir tavır vardı belki. Ama dışlamadan
dışarıdaki dünyayı, kendininkini çok ayrı bir yere koymadan…
Bir konuda nasihatte
bulunuyordu galiba. Üvey babası, annesi ve küskün bir gölge olarak kendisi
vardı konuşmalarında, yavaş yavaş hatırlıyordu şimdi. Sabırlı olması
gerektiğini söylüyordu teyzesi. Sadece kuru kuru söylemekle kalmıyor, o yabancı
adamın aileden biriymişçesine evde gezinip durmasına katlanmanın ipuçlarını
veriyordu ona. Yüzme, yazarlık, tenis, oyunculuk ve daha birçok şeyle dolu upuzun
bir listeyi ona sıralarken, üvey babasıyla arasına kocaman bir duvar örüyordu
aslında.
Annesiyle arasındaki
ilişkinin en önemli dönemeçlerinden birinde yapmıştı o konuşmayı teyzesiyle… Ve
onun gibi daha pek çok konuşma… Sadece üvey babasıyla ilgili değil; canını
sıkan, onu dünyayla karşı karşıya getiren her konuda…
O gün ve ilerleyen günlerde
annesini o adamla paylaşmak zorunda olma gerçeğiyle yaşayabilecek gücü
toparlamasında az önce kuzeninin yakındığı o kadının büyük rolü vardı yani.
“Şakrak kahkaha çok da
gerekli değil aslında.” dedi, zihninde hala o yaz günü… Teyzesi elini tutuyor. Yüzünde
ona çok yakışan o müşfik tebessüm… “Bence sende rol yeteneği var.” diyor. “Hani
küçükken bir dizideki yaşlı kadını ne güzel taklit ederdin. Benzerliği görünce şaşkınlıktan
ağzımız iki karış açık kalırdı, hatırlıyorsun değil mi? Oyunculuk kursları var.
Bir dene istersen. Baktın hoşuna gitti, daha ciddi ilgilenmek istedin, okuluna
da gidersin.”
Nasıl ustalıklı bir
yönlendirmeydi bu! Kurslardan, eğitimden çok başka, çok daha derin bir yanı
vardı. Bir duygu vardı ortada, kocaman… Adına öfke denen… İfade yolları
arıyordu kendine, esip savurmak için fırsat kollayıp duruyordu. İşte bunu
görmüştü teyzesi. Öfkenin yoğunluğuna dokunmayıp içeriğini değiştirmiş, merak,
heyecan, başarmanın verdiği zafer hissi gibi pek çok olumlu duyguyu koymuştu yerine.
Gerçi onun öngördüğü gibi bir oyuncu olamamıştı. Ama denemişti hiç değilse.
Evdeki yeni duruma odaklanmaktansa enerjisini kendisinde olması muhtemel bir
yeteneğin gerçekten var olup olmadığını anlamaya harcamış; içinde kök salmaya
başlayan öfkeyi daha tomurcuklanmaya bile fırsat bulamadan başka bir duyguya
çevirmişti.
“Kahkahalara çok da anlam
yükleme bence.” diye devam etti kaldığı yerden. “Bazen çok yüzeyde kalabiliyor
o kahkahalar. Küçük, müşfik bir tebessümün ulaştığı derinlerden çok uzaklarda… Evet,
dünyaya meydan okumakta üstüne yoktur bir kahkahanın. Ama sevmek, şefkat
göstermek söz konusuysa tebessümün eline su bile dökemez. Sen de annen de öyle gülenlerdensiniz işte! Gülerken
tatlı tatlı okşuyorsunuz sanki… Yaralarına deva oluyorsunuz karşınızdakinin. Neyse
ki benim de öyle güldüğüm oluyor bazen. Dünyayla savaşmayı bırakıp insanları
gerçekten görebildiğimde… Az önceki kahkahalara gelince… Onların dünyaya karşı
tutumumla en küçük alakası yok. Sadece çok mutlu olmamdan kaynaklanıyorlar. Seninle
bu bahçede keyif yapmak çok uzaklarda bir sahile atmak gibi kendini… Tüm bağları
koparıp sadece kendin olmak… Yani burada patlattığım kahkahaları sakın her
zamankilerle karıştırayım deme lütfen. Bir çeşit tebessüm olarak kabul et
onları. Biraz gürültülü ama tebessüm denmeyi hak edecek kadar da derinlerden
kopup gelen…”