Çakır gözlü Emine’min bana iyi bakmasının yanı sıra, pek dağ başı sayılmasa bile yaylada oturmamızın da genç ve dinç kalmamda katkısı inkar edilemez. Tertemiz havada yaşıyoruz. Gece iki saat uyusan da sabahleyin dipdinç kalkıyorsun. Sularımız billur gibi. Bazı pınar ve çeşmelerimiz öylesine soğuktur ki, içenin otuz iki dişine trampet çaldırır. Çevremiz, karaçam ormanlarıyla kaplı. Sulak çayırlarımızın yanı sıra, yazları bile yeşil kalan meralarımız var. Bol ve taze oksijen soluduğumuzdan hastalık pek uğramaz yaylamıza. Yanaklarımız Amasya elmasına benzer. Hele küçük çocuklarda bu daha belirgindir. Kışları kar kalınlığı bazen iki metreyi bulsa da öyle fazla soğuk yemeyiz. Bunda da ormanların rolü büyüktür
Yediklerimiz, genellikle doğal ürünler. Hayvanlarımız ot ve samanla beslenir. Yem olarak, burçak ve arpa ezmesi yerler. Izgara ya da külbastısı yapılan bir kuzu etinin kokusu yüz metre öteye ulaşır. Canınızın çektiği, ağzınızı sulandıran etin, burnunuzun dibinde pişirildiğini sanırsınız. Bolca kekik yedikleri için hayvanlarımızın sütleri mis kokuludur. Yoğurdun âlâsını, peynirin katkısızını, kaymak ve tereyağının hasını yeriz.
Kümes hayvanlarımızın etine de doyum olmaz. Kendi başlarına evlerin civarında gezinirlerken ot da tırtıkladıklarından bizim tavukların etleri kızıla çalar. Yumurtaları daha büyük, sarısı da kocaman olur. Tavuk ve horozlarımız pek süslüdür. Gezinirlerken çalım atışlarına bakmak bile ayrı bir keyiftir. Hele baba hindilerin, “yaylanın efeleri biziz” dercesine kabarmalarını izlemek bir başka ayrıcalıktır…Hele hele, memeleri süt dolu olarak gelen koyun ve ineklerin, yavrularına özlemini belirten meleyişleri…Küçük avlularındaki kuzularla buzağıların akşam orkestrasını andıran karşılık verişleri insana öylesine tatlı bir huzur verir ki, tüm yorgunlukları giderir. Analarının sütünü emen buzağılardan danalığa heves edenler başlarlar kafa tokuşturmaya. Koçluğa özenen erkek kuzlar da birer eş bularak toslama antrenmanı yaparlar. Dişi kuzular da, sanki baleye hazırlanan küçük kızlar gibi zıplama yarışına girişirler. Yallarını yiyen köpekler, uzanarak dilleriyle ağızlarını ve patilerini temizlemeleri, yanından geçerken teşekkür edercesine kuyruk sallamaları harika bir görünümdür. Tüm bunları seyrederken, hayvanlarınla bütünleşmiş hissedersin kendini…O ne güzel, o ne duru bir baş dinçliğidir ki, ancak yaşayan bilir…
Ot yemeklerini eksik etmeyiz soframızdan. Hele ilibada dediğimiz yaprak sarması var ya, lahana sarmasını bile sollar. Ekşimik yani kuzukulağı ve bazı otlarla yapılan salata iştaha iştah katar. Karakeçi, akıllı bir hayvandır. Her bir otu yemez. O yüzden karakeçinin yediği her ot yenir. Mesela, devedikeninin güzel çiçek açmış dikenli başını keçiler çok severken biz de gövde içindeki yumuşaklı kısmını afiyetle yeriz.
Bahardan kış başına kadar mantar eksik olmaz soframızdan. Domalan, an mantarı dediğimiz çayır mantarı, külah mantarı, kuzugöbeği ve melki bol bulunur yaylamızda. An mantarı, sulak olmayan ve koyu yeşil otların bulunduğu çayırlarda yetişir. Biraz tuz serpip, az yakıcı közde ya da kızgın külde pişirildiğinde külah içinde su birikir. Dünyadaki hiçbir içecek o mantarın suyu kadar enfes olamaz…
Deli mantar yani, zehirli mantar da sıkça bulunur yaylada. Büyüklerimiz, daha çocukken hangi mantarın yenileceğini öğretirler. Çoban köpekleri de bu konuda çobanına uyarıcı olurlar. Az da olsa yenilecek mantarı tadarlarken deli mantarları ağızlarına almazlar.
Hele keçiler, kokladıklarında bile sümkürürler.
Kendini doğa koşullarına uyarlamış meyve ağaçları yönünden de bereketlidir yaylamız. Bunların başında değişik meyveli ahlat ağaçları gelir. Bazılarının meyveleri iyice kemale erdiğinde insanın ağzında erir bir güzel. Her birinin ayrı ve nefis tadı vardır. Kaynatarak ya da ezerek, süzgeçten geçirilmiş suyunu içeriz. Öylesine hoştur ki ahlat suyu, tadına doyulmaz.
Benim küçük kız kadar ahlat yiyen bir Allah’ın kulu daha yoktur. Bunun bir seferde yediği ahlatı, semiz bir inek bile yiyemez. Çocukluğundan gelin olup gidene kadar yediği gibi, ahlat zamanında ahlat silkelemeye gelirdi köyden. Evlerin hemen altında değişik meyveli iki ahlat ağacı vardı. Çocukluğundan bu yana onlar onun oldu bir güzel. Çok fazla ahlat yediğinde yanakları kıpkırmızı olurdu. Ondan lakabı da Kızıl Oya oldu. Geçen kışa doğru ilçeye yerleştiler. Şimdi “şeherli” oldu galik. Eskisi gibi ahlat silkelemeye gelir mi orasını bilemem.
Küçükken bile verilen her işte illa bir mırın kırın ederdi hınzır. İnek ve koyun sağmayı angarya görürdü. On beşini devirdiği sıralarda, “Keşke köylü kızı olacağıma şeherli kızı olsaydım,”diye yakınmış. Annesi; “Ablan gibi okusaydın, olurdun,” lafını oturtunca, “Size inat okuyacağım,” demiş. Okuması için çok üsteledik ama çabuk caydı. Severek yaptıkları; dikiş nakış, süslenip püslenip çene çalmak ve ahlat yemekti. Olgunlaşmasını beklemeden başlardı ahlat yemeye. Kardeşlerinin en küçüğü olduğu için biraz şımarık büyüdü. Pek güzel ve yeni sürgün bir dal gibi narin olduğundan her bir işe kıyamazdık. Üç çocuk doğurdu, genç kızken nasılsa yine öyle. Kalıbını muhafaza etmesini çok fazla ahlat yemesine bağlar. Doğrudur. Ahlat yedikleri için yaylada şişman kimse yoktur.
Tam memur karısı olacak kızdı benim ufak kız. Ev işlerinde pek pratiktir. On altı yaşındayken bir orman muhafaza memur talip oldu buna. Yaşı küçük diye vermedim. Kendisi de istemedi zaten. On yedisine ayak bastığında bir baktık ki ortalıkta yok kız. Tam da ahlat mevsimiydi. Ahlat yemek için ağaca çıkmıştır sanılarak onun iki ağacına baktık, orada da yok. Meğersem, önceden fingirdeşip gönlünü kaptırdığı, babasının kamyonunu süren oğlana kaçmış. Ne demişler:
“Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur.”
Benim kızın yaptığı da o hesap. Meğersem anasına özenmiş. Oğlanın anası babası, yakınları geldi. “Kızı getirin. Gelin olarak evimden çıkacak,” şartımla evlenmelerine razı olduk. Dört başı mamur bir düğünle everip, gelin olarak evimden çıktı kızım. Dört kardeşin en küçüğü olmasına rağmen ilk evlenen o oldu. İlk torunumu kollarıma vermek de ona kısmet oldu. İşin garip yanı da, evlatları ahlat sevmiyor.
Alış ağaçlarının meyveleri, çocuksu gençlerin hazır çerezleri olurdu. Çocukluk dönemlerimde yaylada on iki hane vardı. O çağlarda koç ve buzağı güderken seçme alıçları incecik söğüt çubuğuna dizerek gerdanlık yapardık. Peylediğimiz kızların boynuna asarak onları daha çocukluğunda çerez yemeye alıştırırdık. Peylediğin ya da yavuklu olduğun kıza çerez yedirmek Yörüklerin mayasında olduğu için çocuksu yaşlardayken bile böyle şeylere aklımız ererdi. O zamanlardan kalma alışkanlığım devam ettiğinden, seçme alıçlardan iki- üç sıralı gerdanlık yapar, Çakır Emine’min boynuna takarım. Sağ olsun, sevincini önce öpücükle belli eder…
Ahlat, alıç dışında başka yabani meyveler de bulunur yaylamızda. Erik, kızılcık, üvez ve fındık gibi. Bunlardan yeterince yararlanmasını da biliriz. Yaylada, az da olsa mayhoş tadı olan elma, ahlatlara aşılanmış mis kokulu armutlar da vardır. Onları var ya, meyve yemeyenin bile yiyeceği gelir…
Meyvesini yesek de yemesek de bütün ağaçları gözümüz gibi koruruz. Ormanlarımızda bir yangın çıktığında, yaylalı ve köylüler olarak ilk biz koşarız. On beş seneden bu yana, köyümüzde orman yangınları söndürme ekibi var. Böyleyken bile, “Onlar söndürsün,” demez, kazmasını, küreğini ve baltasını kapan yangına koşar. Ormanlarımız, köylümüzün ekmek teknesidir aynı zamanda. Orman idaresinin damgaladığı ağaçları kesmesini bildiğimiz gibi ormanlarımızı korumayı da biliriz.
Otsu ürünler olarak, karamık dediğimiz böğürtlen alanları bulunur. Bir tatlı, bir tatlıdırlar ki yemeye doyulmaz. Hele, dağ çilekleri…En büyükleri nohut kadardır. Aman Allah’ım, öylesine bir nefasettedir ki o çilekler, yedikçe yiyeceğin gelir…Onların bulunduğu yerlere hayvanları sokmam. Kendim yediğim gibi toplayıp Çakır Emine’me götürürüm. Sağ olsun, böyle pek makbul ikramlarda hasta sari olmadıkça kıyaklık yapar bana. Benim de zinalığım tutar, böyle ikramları cuma akşamlarına hiç denk getirmem…
Öyküm devam edecek.
Mülazım. Namı diğer Çoban Lazım
Veysel Başer