Artık odanın içinde
hepsi bir aradaydı. Esen soğuk rüzgârların eşliğinde, korku içindeydi genç kız.
Ne geldiyse başına, İstanbul sevdasından gelmişti. Ne vardı ki bu şehirde de,
gelip, başına iş açmıştı. Bir yandan da lanetler yağdırıyordu içinden. Adeta mıknatıs
gibi kendine çeken bu şehrin ve bu garip insanların esareti altındaydı şimdi.
Binlerce düşünce
geçiyordu zihninden: Çocukluğu, anacığının ölümü ve başına gelen her ne varsa…
İsmi ‘’Sevinç’’ idi ama
sevinç içinde geçen tek bir mutlu günü olmamıştı. Bağnaz bir kasabada geçen
ömrü, ilk gençlik yıllarında yaptığı hatalar ve şimdi de içinde bulunduğu bu
inanılmaz ortam.
Görüntü itibariyle
aynıydı Muzaffer ama gözleri bir garip bakıyordu. Yoksa o da biliyor muydu genç
kızın başına gelenleri… Nereden bilebilirdi ki… Çok olmuştu o gideli, bebeğine
hamile iken. Kim bilir belki de dedikodu çarkı İstanbul’a kadar işlemişti.
Milletin ağzı torba değil ki büzesin.
Zavallı bebeği aklına
gelince, gözleri dolu dolu oldu. Masum yavrusu, nasıl da kıymıştı ona. İşte
yine, geçmişi ile yüzleşiyordu için için. Daha dün gibiydi yaşadıkları. Ama hiç
sırası değildi bunları düşünmenin. Yapması gereken; bir an evvel kaçmaktı bu ne
idüğü belirsiz insanlardan. Aklı almıyordu olanı biteni. Hani Muzaffer yoktu
buralarda, nasıl bir anda çıka gelmişti. Belli ki akıllarından zoru vardı
tümünün. İvedilikle toparlanıp, bir şekilde dikkatlerini dağıtıp, çıkıp gitmesi
gerekiyordu. Ama nasıl; eti budu neydi ki; bu adamlarla başa çıksın…
Ve Ali geldi aklına,
öyle ya, o terk edip onu gitmemiş olsaydı, bunların hiç biri başına gelmezdi.
Ne vardı ki, onu öylece bırakıp, iş kurmak için taşı toprağı altın bu şehre
gelecek; o günden beri hiç görmemişti onu. Nerelerdeydi kim bilir…
Nasıl da tutulmuşlardı
birbirlerine, nasıl da aklını başından almıştı. Hayatının hatasını yapmıştı oysa
ona inanmakla.
‘’Şimdi sırası değil,
kahretsin,’’ diye söylendi kendi kendine.
‘’Allah’ım ne olur,
yardım et,’’ diye de dua ediyordu bir yandan.
Bir anda doğrulup,
Muzaffer’e baktı: ’’ Ağabey, ne oluyor, ne istiyorsunuz benden, bırakın da gideyim’’
diyecekti ki, şamarı yedi. Ateş gibi yanıyordu yüzü. Ve ardı arkası kesilmedi gelen
tokatların. Muzaffer, çıldırmışçasına bağırıyordu, deli gibi üzerine yürüdü
Sevinç’in.
Aniden, yaşlı adamın
ikazıyla, oda yankılandı: ‘’Yeter, oğul, yeter, ölüsü değil, dirisi lazım bize,’’
diye girdi araya.
Sevinç, aldığı
darbelerin etkisiyle, acı içinde kıvranıyordu ve feryat figan bağırıyordu bir
yandan: ‘’Yalvarırım, bırakın gideyim.’’
Savunmasız, minyon
bedeni zangır zangır titriyordu. Bir kez daha üzerine yürüdü, öfkeli kuzen.’’Kaltak,
nasıl yaparsın, söyle…’’
Belli ki, olan biten
her şeyden haberdardı. Böylesi hakaret ve ithamlara öylesine alışmıştı ki
geldiği yerde, duygusuzlaşmıştı adeta. Adını bile söylemez olmuştu insanlar,
kullanılan sıfatlar, isminin yerini almıştı…
Kolundan sürüklemeye
başlayınca Muzaffer ve adını bilmediği, nursuz bakkal; artık anladı ki kurtuluş
yoktu onlardan. Öte yandan, yaşlı adamla kadın, her şey normalmişçesine, sedire
oturmuş, film izler gibi onları seyrediyorlardı.
Yerlerde sürükleyerek,
koridora çıkardılar zavallıyı. Leş gibi kokan, küçük ve karanlık bir odaya
soktular akabinde. Beline yediği tekmeyle, öğürmeye başlamıştı.
‘’Zıbaracaksın ve
sesini de çıkarmayacaksın, anlaşıldı mı,’’ diye de tembihleyip, kapıyı üzerine
kilitlediler.
Acı içinde
kıvranıyordu, el yordamıyla, doğrulmaya çalıştı, ne mümkün. Bir anda tenine
değen soğuk, belirsiz bir nesneyle irkildi. Ve dokundu, karanlıktan hiçbir şey
seçemiyordu oysa gözleri.
Öte yandan, dışarıdan gelen
sesler kesilmişti.
‘’Burada öleceğim.’’ diye
geçirirken içinden, karanlığa alışan gözlerinin gördüğü şeyle, istem dışı bir
çığlık attı. Burası onun mezarı olacaktı…
Devam edecek……..