Ne kadar da kırılgan ve naif
duruyordu. Oysa nefret ediyordu bu görüntüsünden. Henüz yirmili yaşların
başındaydı ama yüz yaşında gibiydi adeta.
Yaşanmamışlıklarının yanında yaşadığı
ne idi ki. Hep yarım kalmıştı hayalleri. Öyle ya neler neler hayal etmişti. İlk
aşkı ile evlenip, kaçıp gidecekti buralardan. Uzaklarda yepyeni bir hayat
kuracaklardı. Ve sayısız çocuğu olacaktı; kendine benzeyen küçücük kız
çocukları, en fazla da iki tane erkek evlat. Ama ikiz olacaktı bu iki oğlan
çocuğu: Babalarının kopyası ikizler. Ne büyük aptallıktı oysa bunları düşünmek.
Hiçbir şeyin hesabını yapamazken hayatta; kim oluyordu da bu siparişleri
veriyordu kendi kendine.
Bayılırdı camın önünde durmaya; gelen
geçeni izler ve her biri için ayrı ayrı senaryolar üretirdi kafasında.
-Baksana şu işe: Adam resmen
tokatladı kadını. Bunlar er geç boşanır. Kadın da hiç karşılık vermiyor ki…
-İnanmıyorum, saat gecenin yarısı
olmuş, bizim üst komşunun indiği arabaya bak. Kesin yollu bu kadın. Dul başına
ne işin var be kadın, elalemin arabasında, yazıklar olsun.
-Bu çocuğu ilk kez görüyorum.
Arkasını dönse de iyice seçsem yüzünü. Oldukça da boyluymuş hani. İşe bak adam
tam da şu seyrettiğim dizideki yakışıklı avukata benziyor.
Ve daha neler neler…
O günün de diğer günlerden bir farkı
yoktu. Çekirdek çitlerken(ne kadar da kaba bir tabir) görmüştü onu. Ufacık bir
kamyonetle gelmişti sokağa. Belli ki karşıdaki boş daireyi kiralamıştı yoksa
kiralamışlar mı demeli, öyle ya belki de ailesiyle taşınmıştır. Kim bilir ne
güzel kadındır karısı, keşke evli olmasaydı. Belki de bekârdır. Acaba müstakbel
kayınvalidem beğenir mi ki beni…
Hep böyleydi Zehra, çocukluğundan
beri hikâyeler uydururdu kimi görürse görsün. Aslında kendi hikâyesini
yazmaktan aciz olduğunu itiraf edemezken, böyle avutuyordu kendini.
Kamyonetten inip, apartmana girerken,
alıcı gözüyle bakmış ve resmen tutulmuştu.
Fazlasıyla duygusal bir kızdı; belki
de yaşanmamışlıkların bir staj dönemiydi tüm yaşadıkları daha doğrusu düşünüp
hissettikleri. Fazla bir yaşamışlığı yoktu insanlarla. Görüp göreceği yaşadığı
mahalle ve bulunduğu muhitteki insanlardı: Komşuları, akrabaları ve tabii ki
ailesi. İlköğretimden sonra okutmamıştı onu ailesi.
-Bu kadarı yeter, demiş babası ve onu
okuldan almışlardı. Zaten iti kalka bitirmişti okulunu, okuyup da ne olacaktı
ki. Bildikleri ona yeter de artardı bile.
Çocuk değildi Zehra ama bir yetişkin
de olamamıştı asla. Hayalleri, hayal kırıklıkları, serzenişleri, üzüntüleri
olsa da, zamanla iyice kabuğuna çekilmişti. Sevdiklerinin eteğine yapışmış, bir
şekilde görünmez olduğuna inandırmıştı kendini.
Ama yine de inanıyordu, gün gelecek o
da çoluk çocuğa karışacaktı. Efsunlu bir ikilem idi yaşadıkları ya da
yaşadığını sandıkları. Çaresiz olmasına rağmen, bir türlü kabul etmiyordu ki.
Üstelik hiç mi hiç çaba da gösteremiyordu.
Sıyrıldı düşüncelerinden ansızın.
Kamyonetten indirilen eşyaları tek tek saymaya başladı. Buzdolabı, çamaşır
makinesi, koltuk takımı, iki tane kitaplık, iki tane de yatak. Belli ki fazla
eşyası yoktu yeni komşularının. Ve belli ki, çocukları da yoktu. Zira ne çocuk
yatağı ne de oyuncağa benzer şeyler görmüştü. Hava iyiden iyiye kararmaya
başlamıştı. Yavaş yavaş yemek vakti geliyordu. Birazdan çağırırdı annesi. Tam
perdeyi çekecekken, genç bir kadın gördü taksiden inen. Havanın loş olmasına
rağmen, seçebiliyordu kadını. Demin gördüğü genç adam, apartmandan çıkıp
kadının yanına geldi ve arabadan inen kadının elinin tuttu. Kadın şişman mıydı
yoksa… Evet evet kadın hamile idi, şimdi anladı Zehra neden çocuk yatağı
görmediğini. Belli ki çocukları yoktu ama yoldaydı. Oysa ne hayaller kuracaktı
bu genç adama ilişkin: Belki iki iyi dost sonra da sevgili olacaklar ve
hayatlarının sonuna kadar da beraber yaşayacaklardı.
-Kızım yemek vakti, hadi sofraya.
Annesinin sesiyle irkildi birden,
yavaşça döndürdü tekerlekli sandalyesini. Masaya yöneldi. İki damla yaş
süzülüyordu yanağından. Usulca sildi gözyaşlarını. Annesini üzmeye hakkı yoktu.
Alışmıştı artık, her şeye alışmıştı. Ama en kötüsü, tüm hayallerinin yarım
kalmasıydı. Kendinde bariz bir eksiklik hissetmese bile, hayallerinin
yıkılmasıydı onu en çok üzen.
Asla tekrar yürüme ihtimali olmasa
da, hep koşuyordu hayallerinde ve düşlerinde. Hayatı yaşanır kılan da buydu
onun için. En azından düşlerinde mutluydu… En azından düşlerinde yaşıyordu
yaşayamadıklarını; gerçekleşmeyeceğini bile bile…