Bir tarihte “Kayseri, Kentleşme ve Kültür” konulu bir panele dinleyici olarak katılmıştım. İşin güzeli, “dört farklı kafa yapısı” konuyu irdeleyecekti. Üç saati aşan dinleme sürecinde, şehir ve kültür sevdalılarının, bazı mimarların hazır bulunduğu bu toplantı oldukça verimli geçmişti. Ama konuşanların dediğini kim yapacak -daha doğrusu- kim takacaktı? Bir belediyenin imar müdürlüğünden alınmış mimar mı? Ama yine de denmesi gerekenlerin söylenmesi güzeldi.
Ben de bu şehre, Kayseri’nin “bir avuç” olmaktan çıktığı 1970 yılında geldim. Küçük Mustafa Mahallesi’nde eski evlerin dozerle yıkılıp; tıkış tıkış apartmanların dikildiğini seyrettim. Tabi ki benim gördüğüm yıkım, ilk yıkım değildi. O süreç hâlâ sürüyor. Eskinin yerini yeniye bırakması kaçınılmaz ama, bu kadarı da gerekli mi? Köylünün şehre hücum ettiği ve “rant” kelimesinin ekonomiyi temsil ettiği bir ortamdan başka ne beklenebilir ki!..
İnsanların köylü-şehirli olması, şehirlerin göç alması, arsası para eden şehirlinin -köylüyü sevmese de- parayı sevmesi, modernleşme arzusunun kaçınılmaz olması… bütün bunlar sosyo-ekonomik hadiselerdir. Ama başka ülkelerde, başka şehirlerde sosyoloji yok mu? Bin yıl önce Danişmendliler bu şehre geldiğinde burası boş muydu? Osmanlılar -yapacak yeni bir şey kalmadığı için- Selçuklu ve Beyliklerin yaptıklarını yaşatmak suretiyle- asırlarca Kayseri’yi imar ettiklerinde ekonomi yok muydu? Kayseri’nin Osmanlı’ya en geç katılan şehirlerden biri olduğu düşünülünce, bu durum daha iyi anlaşılır.
Cumhuriyet’in her konuda bir “kırılma noktası” olduğu doğrudur. Tamamen Hrıstiyan olan Kayseri’yi Müslüman Danişmendler alınca “kırılma noktası” yaşanmamış mıdır? Yeni yapılırken eski kaldırılıp atılmamıştır. Ulu Cami’nin bitkisel motifli mermer sütun başlıkları, şimdi yeraltında olan Melikgazi Medresesi’nin “haç işaretli” yonu taşları bunu anlatmaktadır. Her şeye rağmen Kayseri, mimaride “Beylikler-Selçuklu ve Osmanlı- eserleriyle doludur. Bu şehirle ilgili basılmış üç kitabımın başında da Kayseri’nin bir “Açık hava Müzesi” olduğu vurgulanmaktadır. Ama Dadaloğlu’nun ifadesiyle, ölenler ölmüş; bunlar, kalan sağlardır.
Ben
memurum; şehirde yaşamaya mecburum. Köyde, “adamı gömsen bitecek
toprakları” bırakıp Deliçay’ın kıyısındaki taşlığa -para parayken-
milyonlar verdim. Orayı satıp kırk yılın birikimini, Hacısaki’de dikilen
kazık bir binanın “kırkda biri’ne ödedim. Ama Hacısaki’nin adından
başka nesi kalmıştı ki? Kocasinan Belediyesi’nin 40 milyon ödediği
“Kapılar ve Çeşmeler” adlı kitaba eleştiri yazdığım için çok ayıp etmiştim.
Kocasinan Belediyesi Kayseri’yle ilgili-ilgisiz kitapları satın alıp dağıtırken; bu şehri anlatan “38 Kayseri Yazıları” adlı kitabımı –memur maaşıyla bastırdım- satın almalarını düşünemezdim. Karnımın doymayacağını bile bile açlığımı belli edemezdim. Hem yağ çekmeyeceksin; eleştireceksin, hem de kitabını satın alacaklar, öyle mi? Tok konuşmanın bedelini ödemeliydim. Ayrıca, 5 yıl önce basılan “Kayseri’de Mimarî Eserlerde Geçen Âyet ve Hadisler” adlı kitabı teklif ettiğimde de acı bir tecrübe geçirmiştim. Denenmiş denenmemeliydi.
Sonra şehrin yerlileri neden Hacısaki’de değil de Alparslan Mahallesi’ndeydi? Bu da sosyolojik bir hadisedir. Önce Büyükşehir Belediyesi’nin ardına gittiler. Gittikleri yerde yaptırdıkları evler atağa geçti. Çok geçmeden 30 yıl önce “Kurt yer” diye gitmedikleri Alparslan’a göçtüler. Şimdi yüzbinlerce avro eden evler orada. Şehri imar eden yöneticiler orada. Ve orada oturmakla “sosyal statü” kazandığını düşünen zenginler, mantarın kültürlüsünü seven kültürlüler orada. İyi ki Hacısaki’de değiller; yoksa benim gibiler Hacısaki’den ev edinemeyecekti.
O panelde söylenen bir cümle: “Burada oturan Kayseri’lilerden hiçbiri, doğdukları evi gösteremezler.” Ben suçlu aramıyorum; suçu kimse kabul etmez. Ama yerliler mahallelerini ilk terk edenler olmasaydı doğdukları ev de, mahalle de yaşayacaktı.
“Hacısaki’nin adından başka nesi kalmıştı ki?” demiştim. Hâlâ ağzına kadar gömüldüğü topraktan çıkmış bir sokusu var. Soku ne demek, bizim kuşaklar bilir ama yeni kurulan Hacısaki’deki yeni nesillere sokuyu nasıl tarif edeceksiniz? “Yüzyıllar öncesinde, her mahallede bir tane olması gereken, kare biçimindeki cingi taşın çekiç ve delgiyle oyulduğu; yüzlerce kiloluk taş” mı diyeceksiniz? Bu uzun cümlelerle anlattığım soyut şeyi somut hale getirmek gerekti. Gelecek kuşaklara geçmişten bir tane taş miras bırakabilmek için, mütayidi iknâ ettim. Bir metrekarecik yer tutacaktı. “Apartmanın girişine koyalım, içine -çöp atılmasın diye- gül ekelim.” dedim. Şantiyenin nakledildiği anda orada olmadığım için, soku yer değiştirdi, sonra da bağ evine gitti.
Ben bir ses duyuyorum: “Sen de kim oluyorsun?!...Sen kaç paralık adamsın? Kayseri’yi konuşmak sana mı kaldı?!” Ben yemin etmeyi sevmem ama “Vallahi / Billahi söyledikleri doğru.”
İmarcılar rahat uyurken, beşden yediye kadar oturup; kırk yılın birikimiyle yazdığım bu makale de beş para etmez.
Doğru söze ne denir?