Yorulmak nedir
bilmezdi. Aslında bilirdi bilmesine de ne tek bir şikâyet duyardınız ondan ne
de tek bir serzeniş. Her andığında annesini pıtır pıtır dökülürdü yaşla
binlerce kez hezimete uğramış Pınar’ın göz pınarlarından.
Çok küçüktü annesi
öldüğünde. Ne yüzünü hatırlardı ne sesini ama kokusu her daim genzini yakardı
tüm vücuduna sinmişçesine. Ne çok duygu vardı yüreğine sinmiş ve ne çok insan
vardı tarafınca sindirilmiş. Babası varla yok arasıydı. Gece bekçiliği yapan
adam sabahın kör karanlığında gelir ve işe gidene kadar kütük gibi uyurdu.
Hırsını uykudan alırdı adeta. Evin geçimini sağlardı sadece geriye kalan hiçbir
sorumluluk girmezdi ilgi alanına.
Pınar babasının
kahvaltısını hazırlar ve tutardı okulun yolunu. Çok arkadaşı fazlasıyla şikâyet
ederken okul atmosferinden pınar için bir sığınaktı adeta okulu. Ne dersten
kaytarırdı ne de derslerden ve öğretmenlerinden şikâyet ederdi ara sıra
haksızlığa uğrasa bile. Babasından uzaktı en azından okul koridorlarını
arşınlarken ama yine de nefesini hissederdi babasının.
Annesi gittiğinden bu
yana babasından ne ilgi görmüştü ne de şefkat. Halası büyütmüştü Pınar’ı hem de
bir anne titizliğinde. Babası az kızmazdı hani Mualla Halasına. ‘’Sen bu çocuğu
öylesine şımarttın ki bakalım ileride nasıl başa çıkacağız?’’ deyip verir
veriştirirdi. Çocuğu yoktu halasının bu yüzden daha bir kıymetliydi kadının
gözünde. Saçlarını tarardı Pınar’ın saatlerce üstelik ve bin bir gece masalları
ile süslerdi o küçük ve nail dünyasını. Hele ki okumayı söktükten sonra daha
bir değere binmişti masallar ve daha şenlenmişti dünyası Pınar’ın. Yeni hikâyeler
ve yeni konukları vardı artık o tek kişilik dünyasının. Peri kızları, sevda masallarındaki
prensler ve kötü cadılar. Cadıları bile severdi Pınar en azından iyilerin
varlığı kıymete biniyordu onun nazarında.
Gel zaman git zaman
halası daha az uğrar oldu Pınarlara. Önceleri sıklıkla halasının yanında kalan
küçük kız halasının evlerinden ayağını kesmesiyle oldukça mutsuzdu. İyice
yalnız kaldığı dünyasında anlam veremediği onca şey vardı ki. Babasının ketum
yapısı ve sıcak bir yuva eksikliği. Böyle zamanlarda annesini daha da özler
olmuştu.
Ne zamanki babasına
sorsa ve ‘’Haydi, annemden bahset bana’’ dese köpürürdü adeta adam.
‘’Ölüp gitti işte.
Nesini anlatayım’’ der çekilirdi kabuğuna. Aslında ne zaman çıkardı ki
kabuğundan adam… Hep sessizdi, hep kızgındı ve bir o kadar mutsuz. Annesinden
kalan ne bir fotoğraf vardı ne de bir eşya ona dair. Fazlasını soramazdı da
bunca sözün üzerine. Babası niye bu kadar kızar onu da çözememişti. Yalnızlığı
dillere destandı en az güzelliği kadar. Uzun ve kızıl saçları ışıl ışıl
parlardı güneşin altında. Yeşile çalan ela gözleri adeta bir ceylanın gözleri
kadar iri ve parlaktı. Ama çok da mutsuzdu küçük kız. Hele gün geçtikçe gelişen
yapısı ve endamıyla daha bir dikkat çeker olmuştu her ne kadar bunun farkında
olmasa da. Başı önünde gelip giderdi okuluna. Zaten okul haricinde bir yere
gitmesi yasaktı kızın. Birkaç kere izlendiğini fark etmişti okul yolunda ama
kimseye de rastlamamıştı arkasına baktığında. Ve bir gün babası ağzından kaçırdığında
öğrendi ki adam ensesinde ve fark ettirmeden onu takip etmekte. Konuyu açtığı
gibi kapatmıştı adam ve azarlamıştı Pınar’ ı:’’Sen hangi hakla sağına soluna
bakarsın ha söyle bakayım. Bir daha görmeyeyim seni etrafı süzerken. Yoksa
alırım okuldan. Ona göre küçük hanım, anlaşıldı mı?’’
Tuhaf bir adamdı babası
hem de görünenin çok ötesinde. Anlam veremediği nice davranışından biriydi bu
sadece.
Seviyor muydu adam
kızını yoksa bilmediği nedenlerden dolayı suçluyor muydu?
İyi de suç addedilecek ne kusuru olmuştu ki kızın?
Yine de hissediyordu
babasının onu çok sevdiğini. Dokunmaya kıyamazdı kızına bazen usul usul başını
okşardı Pınar uyuduğunda ve kaç kere yakalamıştı babasını adam kızın uyuduğunu
sanırken. Hatta yaş içinde kalmıştı adamın gözleri.’’Benim asil, güzel kızım.
Annesinin tek bir huyunu bile almamış dürüst kızım’’ diye de mırıldandığına
şahit olmuştu.
Belli ki Pınar’ın
bilmediği çok şey vardı babasının anlatmaya çekindiği ama sormaya ne hakkı
vardı ne de cesareti. Bilirdi babasının üzüleceğini ve içine atardı her şey.
Tek kelam etmeye hakkı yoktu. Bunu artık iyice bellemişti de. Halası zaten
artık gidip gelmez olmuştu. Çok hakkı vardı kadının üzerinde ama o da
beklenmedik bir şekilde geri çekmişti kendini. Az uğraşmazdı hani adam kız
kardeşiyle ve her yaptığında bir kusur bulurdu kadının. Sanki yaşını başını
almış bir kadın değil de küçük bir çocukmuşçasına sürekli arardı ağzını.’’Bu
gün nereye gittin? O hayırsız kocan hiç arayıp sormuyor değil mi? Kır dizini
otur evinde benim de sinirimi bozma. Ona göre anladın mı?’’ der de başka bir
şey demezdi.
Ne zaman bu adam bu
kadar öfkeli ve çekilmez olmuştu ve neydi onu bu kadar huzursuz kılan?
Sormayı da sorgulamayı
da bırakmıştı artık Pınar. En azından dirlik ve düzenlerinin bozulmaması adına
olgun kişiliği ile evde asayişin sağlanması adına her şeyi yapıyordu.
En büyük hayali
öğretmen olmaktı kızın. Bu duyguyu ona yakın kılan yine okuldaki
öğretmenleriydi. Zira okuldan ziyade huzur bulduğu yuvaydı gerek okulu gerekse
öğretmen ve arkadaşları. Fazlasıyla da destek olurlardı kıza. Daha sıkı
sarılırdı derslerine bu güveni sarsmamak adına. Matematik dersine olan ilgisi
ve başarısı oldukça dikkat çekiciydi. Birkaç kere okulunu temsil etmişti bilgi
yarışmalarında ve iyi dereceler almıştı okuluyla birlikte. Rakamlar ile olan
yolculuğu soyut bir dünyanın kapısını açmıştı Pınar’a. Somut gerçeklerden ve
yalnızlıktan kaçıştı onun için. Sözel derslerde olan başarısı ile oldukça
parlak ve gelecek vaat eden bir öğrenciydi öğretmenlerinin nazarında.
Babası ile görünürde
iki kişilik ama hep yalnızlığın ağır bastığı dünyasında eksikliğini hissettiği
onca şey vardı ki. Ne arkadaşlarına anlatabiliyordu hissettiklerini ne de
babasıyla paylaşabiliyordu.
Ne karşı çıkabiliyordu
ne de elinden bir şey geliyordu. Ama biliyordu babasının ona duyduğu sevgiyi
her ne kadar adam dile getirmese de.
Susuyordu ama avaz
avazdı içindeki ses.
Gülüyordu yüzü bazen
ama kan ağlıyordu içi.
Yine de sabrı ve gücü
ile en büyük destekçisiydi babasının. Olgun yapısı ile herkesin nazarında küçük
bir hanımefendiydi. Ara sıra görse de halasını asla suçlamıyordu onu. Buna ne
hakkı vardı ne de aklından geçirirdi.
Büyüdükçe ve aklı daha
da erdikçe yanıt aradığı sorular çoğaldıkça çoğaldı. Annesi nasıl ölmüştü ya da
çok mu hastaydı da kimselerin elinden bir şey gelmemişti? Ve neden tek bir
resmi bile yoktu kadının? Babasının gözleri niye hep böyle kederli bakardı da
Pınar boğulurdu bu hüznün içerisinde?
Son zamanlarda babası
olduğundan fazla durgun ve yorgun gözüküyordu. Haddinden fazla zayıflamıştı da.
Ne zamanki iyi olup olmadığını sorsa geçiştiriyordu adam.
‘’Çok yoruluyorum. Yok
bir şeyim.’’diyordu da başka bir şey demiyordu. O yıl üniversite sınavlarına
girmeye hazırlanıyordu ama içine düştüğü boşluk ve geçmek bilmeyen sıkıntısı
hep engel oluyordu çalışmasına. Üstelik babası süresiz izin almıştı iş yerinden
ve gün boyu evdeydi adam. Bazen sabahın kör vakti çıkıp gider saatler sonra
gelirdi. Hiçbir açıklama yapmadan üstelik. Birkaç kez hastaneye gittiğini
ağzından kaçırınca adam iyice huzuru kaçtı Pınar’ın. Ne hastalığı vardı da adam
saklıyordu kızından?
Gittikçe güç ve
kuvvetten düşmüştü adam ve sonunda çıkarmıştı ağzındaki baklayı. Rahatsızlığı
ileri boyutta idi ve az bir süresi kalmıştı. Geç kalındığı için hastalığına
müdahale şansı yoktu artık. Hastaneye yatsa bile hiçbir şey değişmeyecekti. Bu
yüzden kalan zamanını evinde ve kızıyla geçirmek tek dileği idi.
Hastalığı baba kızı
oldukça yakınlaştırmıştı birbirine. Pınar için bir mucizeydi bu ve Yaratan’ın
bir armağanı ama diğer yandan da için için isyan ediyordu babasının
hastalığına. Biliyordu artık babasının da onu bırakıp gideceğine. En azından
adamın son günlerinde mutlu olması için elinden geleni fazlasıyla yapmalıydı.
Bu yüzden derslerine fazla ihtimam göstermemeye başladı. Ara sıra halası uğrasa
da fazlaca sorumluluk yüklenmişti eskisinden bile çok.
Gözlerini uyku
tutmadığı saatlerde babası ile hasbıhal ediyorlardı gecenin bir vakti. Yıllardır
birbirinden uzak kalmış baba kız inanılmaz derecede kenetlendi birbirine adamın
son zamanlarında. Ve bir süre sonra adamın artık sesi de çıkmaz oldu. Ellerini
tutardı babasının saatler boyunca ve hırıltılı nefesini dinlerdi o uyurken son
nefesi mi diye. Fazlasıyla korkuyordu artık hem de hiç korkmadığı kadar. Yalnız
addettiği günlerin meğer en kalabalık günleri olduğunu anlamıştı artık. Evet,
mükemmel bir diyalog geliştirmemiş olsalar da anlamıştı artık babasının tek
dayanağı ve desteği olduğunu. Tek varlığı ve yaşamın kıyısındaki o iki kişilik
yalnızlıkları ama yürekleri tek olmuş. Çok geç anlamıştı Pınar ve çok da
korkuyordu babası gittikten sonra bir başına ne yapacağını.
Aralık ayının son günü
herkes neşe ve muhabbet içerisinde yeni yılı karşılamaya hazırlanırken gözyaşı
ve acı vardı evlerinde. Yeni yılı bir başına karşıladı Pınar sabah babasının
cansız bedeni ile karşılaştığında. Ve saatlerce ağladı adamın başında ta ki
halası kapıyı vurana kadar. Saatler boyu ikisinin de gözyaşları birbirine
karıştı. Ve ertesi gün adamı toprağa verdiler.
Babasından bir emanet
getirdi halası cenaze sonrası: Babasından bir mektup gözyaşları ile kırış kırış
olmuş.
‘’Canım kızım.
Biliyorum sana böyle seslenmeyi beceremedim ama seni çok sevmiş olduğumu bil
ceylan gözlüm. Sen bana Tanrı’nın bir armağanıydın meleklerle yolladığı. Ömrüm
boyunca değil dokunmak gözlerimle bile bakmaya kıyamadığım meleğim benim…
Hep anneni sorardın
bana ve yanıt de vermezdim, veremezdim. Zira ne onu ne de beni kötü belle
istemedim. Anneni tanıdığımda ve ilk gördüğümde âşık oldum ona. Bak burada
beraber çektirdiğimiz bir resim var meleğim. Ne güzelmiş değil mi… Keşke huyu
da güzel olsaydı ama ne gelir elden…
Çalıştığım fabrikada
çalışıyordu o da ilk tanıştığımızda. Ama rahat vermezdi kimse annene.
Fazlasıyla gösterişli ve endamlıydı. Tanımıyordum onu ama âşık olmuştum bir
kez. Ve onu tanıdıkça onsuz yapamayacağımı anladım. Uyumsuzduk ama seviyordum onu.
Onun beni sevip sevmemesi önemli değildi üstelik ama şu bir gerçek ki yalnız
bir kadındı ve gözü yükseklerde. Ben ona ne verebilirdim ki… Çok şey ama ona
göre hiçbir şey. Yine de benimle evlenmeyi kabul etti. Ve evlendiğimizde sana
hamileydi. Daha doğrusu hamile imiş. Önceleri bunu kabul etmek istemedim ama
onu o kadar çok seviyordum ki kabullendim başka bir adamın çocuğuna babalık
yapmayı. Sen doğduktan sonra durulur diye ümit ettim ama hala dışarıdaydı gözü.
Değil annelik yapmak hiçbir sorumluluk yüklenmedi kızım. Onu kötü bil ve nefret
et istemedim. Hele ki öz baban olmadığımı bilmeni asla yediremedim kendime. Sen
iki yaşındayken bir cinayete kurban gitti annen. Sebebini bilmesen de olur ama
yaşın büyüdükçe bunu tahmin edeceksindir sen.
Bu mektubu yazıp
yazmamak konusunda o kadar kararsız kaldım ki meleğim ama yazmalıydım
üzüleceğini bile bile. Tüm gerçekleri geç de olsa öğrenmeye hakkın var. Öz
kızım olup olmaman hiçbir zaman önem arz etmedi çünkü ben seni çok sevdim en az
anneni sevdiğim kadar. Annen çok gençti, cahildi ve ne yazık ki iffetli bir
kadın olamadı hiçbir zaman. İşte bu yüzden seni hep sakındım gözümden. Çok
korktum kızım bilemezsin çok korktum.
Öz babanın kim olduğunu
ise annen hiçbir zaman söylemedi bana onca ısrarıma rağmen. Onun aşkı öylesine
kör etmişti ki gözlerimi onu kaybetmemek için her şeyine katlandım. Ama bil ki
meleğim seni çok ama çok seviyorum ve ne zaman beni özlesen sadece başını
kaldır ve gökyüzünün derinliklerine bak. Bil ki seni oradan seyrediyor
olacağım.
Hep masum kal meleğim
ve dilerim ki sen de bir gün kendi sevda masalını yazarsın eşliğindeki
kahramanın ile birlikte. Canım kızım benim, Allah’a emanet ol.’’
Babası da bırakıp
gitmişti Pınar’ı hem de yeni kavuşmalarına rağmen. Ve annesi bir kez daha öldü
Pınar’ın gözünde içindeki anne sevgisini de öldürürken beraberinde.
Usulca baktı halasına
ve fısıldadı…
‘’Neden mutsuz bitti bu
masal?’’
Solgun yüzü ile baktı
genç kızın yüzüne:
‘’Meleğim, senin
masalın daha yeni başlıyor.’’