Sarımsaklı
bu yaz daha da kalabalık. Sahil yolunda, yetmiş iki buçuk milletin insanı etnik
yapılarına göre gruplar halinde toplanmışlar, ülkelerini nasıl
parçalayabileceklerini konuşuyorlar. Yetmiş iki buçuk parçaya ait sınırların
belirlenmesinde bir türlü anlaşma sağlayamıyorlar.
Ben,
mesaim bittiğinde bankadaki işimden çıkar çıkmaz, motosikletimle arz-ı endam edip, etnik gruplardan
ayrıcalıklı bir yaşamı simgeleyen lüks bir lokantada beni beklemekte olan
Dilber'in yanına geliyorum. Makedonya göçmeni bir
"macır" olduğumdan etnik grupların hiç birinde yerim yok.
Bu lokantanın balık çeşitleri çok
ünlüdür, buna karşın kendim için
mütevazi bütçeme uygun yağda kızartılmış papila siparişi veriyorum, Dilber de balık yerine makarna yemeyi tercih edince bütçem adına seviniyorum.
Makarna demek az ayıp kaçtı, onun adı, Napoliten soslu spagetti; kendim için ömrümün sonuna kadar
vermeyeceğim bir sipariş!
Garsona
getirttiğimiz çeşitlerden atıştıra atıştıra sohbete dalıyoruz. Dilber, bir
gurbetçi kızı olarak Almanya'da doğmuş büyümüş. Konuşurken kullandığı
Türkçe, 'Alamancı şivesiyle' olduğundan, konuştuklarını anlayabilmek için her
kurduğu cümleyi birkaç defa tekrarlatıyorum, bazen de beni bu yüzden
azarlayabileceğinden korkarak, konuştuklarını anlıyormuş gibi yapıp, 'he he'
deyip geçiyorum.
Yanımıza
yetmiş iki buçuğun buçuğuna mensup bir çiçek satıcısı geliyor.
Geniş
omuzlu, iri yarı bir erkek çocuğu.
Dolunay gibi
yuvarlak ve parıltılı yüzü var çocuğun Üzerinde pötikare desenli bir gömlek,
kıçında kot pantolon… Yüzüne daha dikkatli bakınca onun çocukluğu aşmış
sivilceli bir ergen olduğuna karar veriyorum; yaşı on sekizden yukarı olmalı. Satın aldığım bir demet beyaz çiçeği
Dilber'in eline tutuşturuyorum. Çiçekçi çocuk da aynı hızla davranarak,
verdiğim banknotun üstünü vermek yerine, bir demet sarı çiçeği benim elime
tutuşturuyor. Yemin ediyorum ki, ismini bildiğim tek çiçek gül olup, başka hiç
bir çiçeğin adını bilmem; çünkü çiçekleri sevmem. Ne var ki, Dilber eline
tutuşturduğum çiçeklerle adeta sevişmeye başlayarak, müthiş bir çiçek sever
olduğunu göstermeye başlayınca benim de çiçek sever kesilmem şart oluyor.
Çocuğa
fısıltıyla, "çiçeklerin adı ne?" diye soruyorum.
O ise
benim cahilliğimi ortaya koymak ister gibi normal sesiyle, Dilber'in elindeki
çiçekleri işaret ederek, "onlar hakiki kır papatyası," diyor. Benim
elimdekilerin de, sera papatyası olduklarını söylüyor. "Bayanın
elindekiler nefis kokuludur, sizinkiler de çok güzel görünümlüdür ama pek
kokmazlar!"
Dilber,
bu eşitsizlikte kendisine torpil geçilmesinden hoşnut, çiçekçi çocuğa minnetle
bakıp gülüyor. Kalbim, hafiften bir kıskançlıkla burkuluyor. Bu cilveleşmeyi
görmezlikten gelmek için başımı çevirip lokantadaki diğer masalara bakınıyorum.
En az bizimki kadar pahalı yiyeceklerle donatılmış masalarının iki yanında
oturan genç bir çift çatala tutuşturdukları yiyecekleri birbirlerinin ağzına
uzatıyorlar.
Garsonlardan
birisi masamıza tebelleş olan çiçekçi çocuğu uzaklaştırmaya meyilli bir tavırla
gelirken benim de keyfim yerine geliyor; ne yazık ki bu, onun niyetini anlayan
Dilber'in, "ben çağırdığım için
burada, lütfen müdahale etmeyin!" diyerek garsonu uzaklaştırmasına kadar
süren kısacık bir keyif oluyor.
Dilber,
çiçekçi çocukla sohbeti iyice koyulaştırmış durumda. Çocuğa, çiçeklere dair yüz
çeşit soru yöneltiyor. Çiçekçi çocuk onun sorularını sık sık ellerinden destek
alarak, hareketli tavırlarla cevaplıyor.
Dilber konuştuğunda da, 'leb demeden leblebi dediğini' anlayarak onu öyle bir
rahatlatıyor ki, kızcağız benimle yaptığı zorlamalı sohbete karşın çocuğun
karşısında şakıyan bülbül kesiliyor. Çocuğa
gösterdiği bu ilgiden dolayı yüreğimde kasılmalar oluşmakta.
Elimdeki
sarı papatyalardan birinin yapraklarını tek tek yolmaya başlıyorum.
"Seviyor, sevmiyor, seviyor,....., sevmiyor!" Baktığım papatya falı
"sevmiyor" diye çıkınca canımın sıkıntısı katlanıyor. Arada Dilber
olmasa şu çiçekçi çocuğu masadan kovmak için tekme tokat döverek, hıncımı ondan
çıkartabilirim.
Elimdeki
sarı papatyaları inceleyerek sonucu 'seviyor' çıkartmasını umduğum yoğun yapraklı
bir papatyayı seçip yapraklarını yolmaya başlıyorum. Bu defa 'sevmiyor' diyerek
başlıyorum. "Sevmiyor,
seviyor,sevmiyor,..." Bir
'sevmiyor' sonucu daha! "Keşke 'seviyor' diye başlasaydım ya!"
diye düşünerek hayıflanıyorum.
Dilber,
çocukla muhabbete iyice kaptırmış, dinlerken ikide bir gözleri önüne düşen
perçemini eliyle arkaya attırarak yüzünü
açıyor. Gözüme öyle güzel görünüyor ki, burada oturup onun pürüzsüz al
yanaklarını ve iri esmer gözlerini saatlerce seyredebilirim. Tanıştığımızın
üçüncü ayındayız henüz ama, üç ayın doksan gününde de beraberdik. Bir
birimizden ayrı yapamadığımıza ikimiz birden karar verdik.
Üç ay
önce, Almanya'dan henüz geldikleri günlerden birinde, akşam üstü motosikletimle
işten dönerken, bana Alman plakalı otomobiliyle çarptığı zaman başladı
ilişkimiz. Çarptığı an beni motosiklet üstünden
üç metre kadar savurup düşürmüş, motosikleti ise ezip hurdaya
çevirmişti. Motorsikletimin gördüğü hasara karşın ben koruyucu ekipmanımı
kuşanmış olduğumdan burnum bile kanamamıştı. Buna rağmen, bir şeyim olmadığına
dair ısrarımdan daha baskın bir ısrarla beni Ayvalık Devlet Hastanesinde
tepeden tırnağa muayene ettirmişti. Gerçekten de bir şeyim olmadığını
anladıktan sonra da, parçaladığı motosikletimin markasında yeni bir motosiklet
alıp hediye etmişti. Bu telaşlı düşkünlüğü çok hoşuma gittiğinden ona
arkadaşlık teklif etmiştim. Kendisinin de bunu çok istediğini itiraf ederek
anında kabul etmişti. Bana çarpmış olması, birlikteliğimizi kurgulayan
kaderimizin bir oyunu muydu ki! Eğer bu kaderimizse, aşkımız, kendini yaratacak kaderimizin
mucidi olsa gerek! Ondan sonrası da
tıpkı bu günkü gibi buluşmalarla geçmişti. Bu gün niyetim, onun erkek arkadaşı
olmaktan öte, ona deliler gibi aşık olduğumu itiraf etmekti. Ne yazık ki, şu
çiçekçi çocuk anlattıklarıyla onu lafa tutarak bu niyetimin içine etmişti. Bir
de şu papatya falı habire 'sevmiyor' deyip durmuyor muydu, beni iyice sinir ediyordu. İçimden, "Allahım
ne olur bu defa 'seviyor' çıksın diye geçirerek bir papatyayı daha yolmaya
başlıyorum.
Dilber'in
çocuğa "Ayhancığım," diyerek hitap etmeye başladığını fark ediyorum.
Şuna bak! Bana, şimdiye kadar bir kere dahi
'Mertciğim' demeyen kız, Allah'ın çingenesine 'cığım'lı, cicimli hitap ediyor yahu! (evet,
yetmiş iki buçuğun buçuğu, roman filan demeyeceğim işte, düpedüz çingene) Zaten
papatya falım gene 'sevmiyor' diye çıktı! Ayhan ise, onun bu içten
tavırlarından mutlu bir halde, aynı tavırlarla sohbete iştirak etmekte...
Dilber'in
okumayı, yazmayı çok sevdiğini, hatta 'www.edebiyatevi.com' adındaki
paylaşım sitesinde yayınladığı yüzlerce şiirinin ve öyküsünün olduğunu, bu
çocukla da onunla ilgili detaylara ulaşmak için zaman harcadığını zannediyorum.
Eminim ki, birkaç gün içinde bu çocuğa dair bir öykü yazıp o edebiyat sitesinde
yayınlayacaktır. Bu kabiliyetiyle kız gerçekten de özel biri...
Lokantaya
resmi kıyafetiyle bir jandarma assubayı gelerek, masalardan birine oturuyor.
Siparişini almaya gelen garsonu, "az sonra eşim gelecek, o zaman
veririz," diyerek geri yolluyor. Ben son bir ümitle gene bir papatya
seçip, gene yapraklarını yolmaya başlıyorum, "seviyor, sevmiyor,
seviyor,..."
Papatya
falımın bir kez daha 'sevmiyor' ile bittiği an çiçekçi çocuğun uzaklaştığını
fark ediyorum. Çocuk doğruca assubayın oturduğu masaya gidiyor. Ona, "te
be alasın bu çiçeği de yenge hanımı çiçek ilen karşılayasın, sayın
komutanım!" diyerek bana itelediği kokusuz ve falları hep negatif çıkan
sarı papatyadan bir demet satmaya niyetleniyor. İçimden assubaya seslenerek,
"sakın alma o çiçekleri komutan! Alacaksan da beyaz kır papatyalarından
al!" diye geçiriyorum.
Dilber,
"o çiçek saplarını neden elinde tutuyorsun?" diye sorunca
elimdekilerin gerçekten de çiçekleri tükenerek birer sapa dönüştüklerini fark
ediyorum. Sapları çöp tablasına bırakıyorum. Dilber, "bunların çiçeklerini
ne yaptın?" diye soruyor.
"Senin,
beni sevip sevmediğine dair papatya falı baktım," diyorum.
"E,
falda ne çıktı?"
"Her
defasın da senin beni çok sevdiğin çıktı!"
"Tabii
ki, çok seviyorum seni. Sevmesem her gün koşa koşa yanına gelir miyim? Ya sen?
Sen de beni seviyor musun?"
Cümleler aşkımıza dair olunca onun alamancı şivesi bile İstanbul
şivesinden daha anlaşılır oluyor.
Ona,
onun gibi cevap veriyorum. "Sevmesem her gün işten çıkar çıkmaz sana koşar
mıyım?"
Gözlerim
onun sevgiyle gülümsemekte ki gözlerindeyken, Allah'tan zamanın tam da bu anda
duruvermesini diliyorum.
Aniden
bu sükunetimi altüst eden bir bağırtı yükseliyor. Başlar gayriihtiyari
bağırtıya yöneliyor. Çiçekçi çocuk, kendisini azarlayan adama hiç bir karşılık
vermeden dalları tamamen kesilmiş kuru bir ağaç gövdesi gibi melül mahzun,
dikilirken, hareketsiz ve donuk gözleri ayaklarının etrafına saçılmış
çiçeklerini koyduğu tablası ve çiçeklerine sabitlenmiş...
Adamın
bağırtısı dinmek bilmiyor; etraftaki suskunluk sürdükçe artıyor hiddeti. Şef
garson gelip özürler dileyerek adamı sakinleştirmeye çalışıyor. Bir türlü
yatışmayan adamın öfkesinden o da nasibini alıyor.
"Kim
içeri alıyor bunları! Ben çiçek sevmiyorum! Üstelik çiçeğe alerjim var! Ama bu
çingene laftan anlamıyor ki! İlle al, senden para istemiyorum, diyor
utanmaz! Ulan sen kimsin de bana rüşvet
teklif ediyorsun, puşt! Her tarafta bunlar yahu! Bakmayın bunun böyle kuzu gibi
oluşuna! Gün geçmiyor ki, karakola bunlardan bir kaçı düşmesin! Bunlar işlerine geldiği
zaman böyle kuzu gibi görünürler; ama işlerine gelmediği zaman panter
kesilirler!... Bir damarına dokunmaya görün, sizi tek başınıza kıstırdıkları
bir köşede üçü beşi birden bir araya gelip üstünüze saldırırlar! Almayın
kardeşim böyle iti kopuğu! Bu nezih yere yakışıyor mu bu sokak
satıcıları?"
Şef garson Dilber'i işaret
ederek, "hanım efendi çağırmıştı da, ondan..." diyerek lokantanının
itibarını kurtarmak istiyor.
Çiçekçi çocuk, yerdeki tablasını
ve çiçeklerini toplamak için eğiliyor.
Öfkeli adam iyice azıtarak
ayaklanıyor, "Şuna bak! Hala yerden topladığı çöpleri birilerine satmak
için hazırlık yapıyor serseri!" diye gürleyerek, çocuğun almaya hamle
ettiği tablaya bir tekme atıp, çocuğu ensesinden tutup yaka paça dış kapıya
savuruyor.
Çiçekçi çocuk düştüğü yerde
toparlanıp, assubaya keskin bir bakış yollayarak çıkıp gidiyor. Fark ettiğim o
bakışın ölümcül bir tehdit savurduğunu hissediyorum.
Şef garson komilere,
"temizleyin oğlum yerleri!" diye emrettiğinde hızlı bir temizlik başlıyor.
Assubayın karısı gelip,
sorgulayan gözlerle kocasının karşısına oturuyor, siparişlerini veriyorlar.
Dilber buruk, "ben lavaboda
makyajımı tazeleyip geleyim; sonra da hesabı ödeyelim de çıkalım şuradan!"
diyerek elindeki beyaz papatyaları koklayarak masaya bırakıyor.
O lavabodayken adisyondaki
fiyatlara bir göz attığımda, onun yediği 'Napoliten soslu spagettinin'
fiyatının benim yediğim papilalardan tam üç misli pahalı olduğunu görerek küçük
bir şok geçiriyorum. Hesabı ödüyorum.
Dilber dökündüğü keskin bir
parfümün kokusunu yayarak geldiğinde çıkıp gidiyoruz.
Dilber, "bir daha gelmeyelim
buraya," diyor.
"Olur," diyorum.
Lokantadan hızla uzaklaşıyoruz.
Akşam güneşi batmak üzere, sahile
inerek onun batışını seyretmeye gidiyoruz. Bu kadar güzel bir manzara
üzerimizdeki gerginliği alıveriyor.
Bir buluşmamız daha sona eriyor.
El ele tutuşup ışıltılı vitrinlerin ve otellerin önünden, seyyar satıcı
tezgahlarına bakınarak yürüyoruz. Omuzlarımın hemen yanı başında onun süründüğü
pahalı parfümün kokusunu alıyorum. Elindeki kır papatyalarının kokusu
duyumsamak olanaksız. Onunla evlerinin
bulunduğu sokağın başında yanak yanağa öpüşerek vedalaşıyoruz.
Dönüş yolunda tüm etnik grupların
birbiriyle kaynaşarak, adeta etten duvar gibi yürüyüş yaptıklarını görüyorum,
belki giderken de vardı aynı kaynaşıklık, fakat Dilber'e bakmaktan onları fark
etmemiştim. Etnik grupların böyle kaynaşık bulunması memleketin parçalanmamasına
dair umutlanmama neden oluyor.
Motosikletimi almak için
lokantanın önüne dönüyorum. Motosikleti çalıştırıp kaskımı kafama geçiriyorum.
Tam da birinci vitese takıp motosikletimi hareket ettirdiğim anda, hemen
önümde, ard arda patlayan mermi seslerini duyuyorum.
Ateş eden kar maskeli çiçekçi
çocuğu ve karısının yanında üzerine bir şarjör mermi sıkılan assubayı
tanıyorum.
Kar maskeli çiçekçi çocuk, yan
sokağın karanlığına koşarken ben de motosikletimi ikinci vitese alıp olay
yerinden hızla uzaklaşıyorum.
Birkaç gün sonra gazeteleri
karıştırırken, olayın, iç sayfalarda küçük puntolarla haber yapıldığını
görüyorum. Başlık aynen şu:
"Etnik ayrılıkçılar, tatil
beldesinde bir assubayımızı şehit etti."