Hüsnü Duman’ın Çocukları…6.
Osman,
aldığı eğitimin sırf öldürmeye dair olduğunu öğrendiği ilk günden itibaren geri
dönüp yakalanmayı kararlaştırmıştı. Teslim olmalı ve pişmanlık yasasından
yararlanmalıydı. Kimliğinin deşifre olup olmadığını bilmiyordu, örgüte
katıldığı bir buçuk yıllık süreci kamplarda geçirmişti ve önemli hiçbir eyleme
bulaşmamıştı. Çalıntı bir arabayla Elazığ’a geçebilirse oradan da trenle
Ankara’ya ulaşabilirdi. Yakalanmadan Ankara’ya ulaşması şarttı; çünkü Ankara,
İstanbul gibi batı kentlerinin dışında yakalanırsa konulacağı hapishaneye yok
edilmesi için talimat uçuracak olanların katillerine karşı korumasız olacaktı.
Oysa Ankara’ya ulaştığında, konulacağı F tipi cezaevinde kralı gelse kılına
zarar veremezdi.
Osman,
rehberin uzaklaştığına iyice emin olduktan sonra sırt çantasındaki haritayı
çıkarıp açtı. Fırat’ın karşı kıyısına paralel bir karayolunun Erzincan’ı Kemah
üzerinden Elazığ’a bağladığı görünüyordu. Özgürlük suskunluğun ve karanlık
korkunçsuzluğun dağlarında hırsız otlarının arasındaki düşlerde gizliydi,
aylarca o düşlerde yaşadıktan sonra, işte, kurtuluş için ilk fırsat önündeydi.
Kemah
istikametinde iki kilometre sonra bir demiryolu köprüsü daha vardı, onu
kullanarak karayoluna çıkabilir ve bir araç bularak Elazığ’a gidebilirdi.
Üç
dört saati vardı, bu en azından yola koyulmak için yeterli bir süreydi; sonra
kaçtığı anlaşılacak ve peşine düşeceklerdi. Bir ihtimal Erzincan’a döndüğünü
düşünerek ve orada arayarak vakit kaybedeceklerdi. Elini çabuk tutmalıydı. Sırt
çantasında bundan sonraki yolculuğunda taşımasına gerek olmayan şeyleri
mağaranın içine fırlatarak ayaklandı.
Yamaç
aşağı çakıl taşlarını da sürükleyerek inmeye başladı. Ağaçlık bölgeden çıkmadan,
Fırat’a paralel olarak iki kilometre kadar koştuktan sonra, karşı tarafa geçmek
için demiryolu köprüsüne çıktı. Çevrede asker görünmüyordu, içi rahat karşıya
geçti. Caddeye çıkar çıkmaz denk gelen bir taksiyi durdurdu.
Sırt
çantasından çıkardığı bir tomar parayı uzatarak, “Al bunları kardeş, bunun gibi
bir taksi alabileceğin kadar para var burada. Can belasına bir arabaya çok
ihtiyacım var. Bu alışverişimizden hiç kimseye bahsetme, bahsetmek zorunda
kalsan bile, ya da bana güvenemeyip arabanla bir vukuat işleyeceğimi ve senin
başını bir belaya sokacağıma inanırsan arabanı gasp ettiğimi ve Erzincan yönüne
gittiğimi üç-dört saat sonra bildir, yoksa birileri altından kalkamayacağın
kadar bela olurlar. Bence, ses etmeden iki gün bekle, sonra Elazığ’a gidip Tıp
fakültesi hastanesinin otoparkından arabanı al. Bu olanları hiç hatırlamamak
üzere unut! Anlaştık mı kardeş?”
“Anlaşmadık
dersem, ne olacak kardaş? Bir de onu de!”
“Arabanı
silah zoruyla alacağım kardeş! Kaçışımı engellememen için de seni öldüreceğim!”
Adamın
suratından tüm kanının çekildiğini fark etti. Sesi titreyerek, ”yaşamayı tercih
ederim,” dedi.
Osman,
“güveneyim mi sana?” diye sordu.
“Güvenebilirsin
abi! Dediğini aynen yapacağım. Söz!”
“Teşekkür
ederim!”
Heyecanlı
ve sorunsuz bir yolculuktan sonra Elazığ tıp fakültesinin otoparkına
ulaştığında, menekşe rengi sis içinde ateşten top, karanlığı menekşe rengine
boyamaya başlamıştı. Renkler karalığa dönüşmek üzere, minarelerden akşam ezanı
yankılanıyordu. Otopark bekçisi park ücretini kaçırmamak için acele ederek
geldi. Adama, arabanın anahtarıyla beraber bir yirmi milyonluk teslim ederek,
“ben on gün kadar yukarıda, dahiliyede yatacağım için arabayı bir iki gün sonra
buradan alacaklar. Arabanın sahibi olduğunu kanıtlayan şahsa teslim edersiniz,”
dedi.
Bekçi,
“olur,” diyerek anahtarı ve parayı teslim aldı.
Osman,
otoparkın karşısındaki kapıdan hastaneye girdikten sonra baştabiplik kapısından
çıkarak yerleşke binaları arasından uzaklaştı. Yüz metre kadar yürüdükten sonra
bir caddenin karşı tarafına geçerek sokak aralarına saptı. Camiye giden birkaç
ihtiyara rast geldi. Yoluna tren ile devam edeceğinden tren garına ulaşmalıydı.
Ortalık iyice kararıncaya kadar vakit geçirmeliydi. Bu saatlerde bir cami en
uygun yer gibi görünüyordu. İhtiyarların peşinden giderek bir camiye girdi.
Sırt çantasını çıkartıp bir kenara bıraktıktan sonra önündeki bir ihtiyarın
hareketlerini taklit ederek namaza başladı. Abdest almayı unuttuğunu fark
edince biran tereddüde kapıldı, ama niyeti sırf dikkat çekmemek için namaz
kılıyormuş gibi davranarak vakit geçirmek olduğuna göre bunun bir öneminin
olmadığına karar verdi. Kendi kendine, özgürlüğe kavuştuğum ilk günden itibaren
Tanrı’ya şükretmek için beş vakit namaz kılacağıma söz verdi.
Cami
çabuk dağılmıştı, umduğu kadar vakit geçirtmemişti; gene de ortalık iyiden
iyiye kararmıştı. Camiden çıkanlardan birine yanaşarak, “affedersiniz,
buralarda bir kahvehane ya da çorbacı bulabilir miyim?” diye sordu.
Adam
kolundaki saatine baktıktan sonra, ”bu sokağın yukarısı Hürriyet caddesidir.
Oraya çıkarsan, aradığın gibi bir yer bulabilirsin,” dedi.
Adamın
gösterdiği istikamete yöneldi. Hürriyet caddesine ulaştığında açık bir lokanta
bulmak zor olmadı; masalardan birisine geçip oturduğunda bir tencere dolusu
çorbayı yiyip bitirebileceğimi düşünüyordu.
‘Cebimde
sahte öğrenci kimliğim var, ayrıca görünümüm bir öğrenciden farklı değil;
huzursuzluğa gerek yok. Gerçi huzursuzluklarımın ömür boyu biteceğini
sanmıyorum. Başkalarını suçlamaya hakkım yok. Bunun tek suçlusu benim.
Huzursuzluğun çatışmalardan güç kazanan bir yaşam fonksiyonu olduğunu
biliyorum. Çatışmalardan kurtulmanın tek yolunun direnişten vazgeçmek olduğunu
da biliyorum. Savaş olmadan barış olmayacağına inananlar bunun korkaklık
olduğunu, korkaklığı ise cezalandıracaklarını söylüyorlardı. Direniş adına
geçirilen her saniye savaşın alevlerini körüklemekten başka bir işe yaramadığı,
barış adına bedenimizin hücrelerini tahrip ederek bize yapmadığını bırakmadığı
herkesin çok iyi bildiği bir şey. Direniş yıkılıştır!’
İçtiği
çorbanın parasını ödeyerek çıkarken masalardan birinde oturan bir polis
memurunun kaçamak bakışlarını üzerinde hissederek az kaygılandı.
‘Hayat,
uykunun bittiği andan, uykunun başladığı ana kadar verilen kararlardan
ibarettir. Karar vermek kadar bu kararlara sadık kalmak ta önemlidir.’
Gözünü
hedefinden ayırmadan bu yolculuğu tamamlamalıydı. Bir taksiye binip istasyona
giderek, biletini aldıktan sonra yolcu salonuna girdi, trenin gelmesini
beklemeye başladı.
Zaman
adeta donup kalmıştı. Geçmek bilmeyen vakit ruhunu daraltıyordu. Gelen giden
yok denecek kadar azdı, çıt yoktu ortalıkta.
Birden
üç adam belirdi bekleme salonun kapısında. Osman, onların terör örgütünden
olduğunu hemen anladı. Sırt çantasını soyunup içindeki tabancasını almak için
hareketlendi çaresizce.
*
(
Hüsnü Duman’ın Çocukları…6. başlıklı yazı
AliKemal tarafından
5.03.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.