Osman, aldığı eğitimin sırf öldürmeye dair olduğunu öğrendiği ilk günden itibaren geri dönüp yakalanmayı kararlaştırmıştı. Teslim olmalı ve pişmanlık yasasından yararlanmalıydı. Kimliğinin deşifre olup olmadığını bilmiyordu, örgüte katıldığı bir buçuk yıllık süreci kamplarda geçirmişti ve önemli hiçbir eyleme bulaşmamıştı. Çalıntı bir arabayla Elazığ’a geçebilirse oradan da trenle Ankara’ya ulaşabilirdi. Yakalanmadan Ankara’ya ulaşması şarttı; çünkü Ankara, İstanbul gibi batı kentlerinin dışında yakalanırsa konulacağı hapishaneye yok edilmesi için talimat uçuracak olanların katillerine karşı korumasız olacaktı. Oysa Ankara’ya ulaştığında, konulacağı F tipi cezaevinde kralı gelse kılına zarar veremezdi.


Osman, rehberin uzaklaştığına iyice emin olduktan sonra sırt çantasındaki haritayı çıkarıp açtı. Fırat’ın karşı kıyısına paralel bir karayolunun Erzincan’ı Kemah üzerinden Elazığ’a bağladığı görünüyordu. Özgürlük suskunluğun ve karanlık korkunçsuzluğun dağlarında hırsız otlarının arasındaki düşlerde gizliydi, aylarca o düşlerde yaşadıktan sonra, işte, kurtuluş için ilk fırsat önündeydi.


Kemah istikametinde iki kilometre sonra bir demiryolu köprüsü daha vardı, onu kullanarak karayoluna çıkabilir ve bir araç bularak Elazığ’a gidebilirdi.


Üç dört saati vardı, bu en azından yola koyulmak için yeterli bir süreydi; sonra kaçtığı anlaşılacak ve peşine düşeceklerdi. Bir ihtimal Erzincan’a döndüğünü düşünerek ve orada arayarak vakit kaybedeceklerdi. Elini çabuk tutmalıydı. Sırt çantasında bundan sonraki yolculuğunda taşımasına gerek olmayan şeyleri mağaranın içine fırlatarak ayaklandı.


Yamaç aşağı çakıl taşlarını da sürükleyerek inmeye başladı. Ağaçlık bölgeden çıkmadan, Fırat’a paralel olarak iki kilometre kadar koştuktan sonra, karşı tarafa geçmek için demiryolu köprüsüne çıktı. Çevrede asker görünmüyordu, içi rahat karşıya geçti. Caddeye çıkar çıkmaz denk gelen bir taksiyi durdurdu.


Sırt çantasından çıkardığı bir tomar parayı uzatarak, “Al bunları kardeş, bunun gibi bir taksi alabileceğin kadar para var burada. Can belasına bir arabaya çok ihtiyacım var. Bu alışverişimizden hiç kimseye bahsetme, bahsetmek zorunda kalsan bile, ya da bana güvenemeyip arabanla bir vukuat işleyeceğimi ve senin başını bir belaya sokacağıma inanırsan arabanı gasp ettiğimi ve Erzincan yönüne gittiğimi üç-dört saat sonra bildir, yoksa birileri altından kalkamayacağın kadar bela olurlar. Bence, ses etmeden iki gün bekle, sonra Elazığ’a gidip Tıp fakültesi hastanesinin otoparkından arabanı al. Bu olanları hiç hatırlamamak üzere unut! Anlaştık mı kardeş?”


“Anlaşmadık dersem, ne olacak kardaş? Bir de onu de!”


“Arabanı silah zoruyla alacağım kardeş! Kaçışımı engellememen için de seni öldüreceğim!”


Adamın suratından tüm kanının çekildiğini fark etti. Sesi titreyerek, ”yaşamayı tercih ederim,” dedi.


Osman, “güveneyim mi sana?” diye sordu.


“Güvenebilirsin abi! Dediğini aynen yapacağım. Söz!”


“Teşekkür ederim!”


Heyecanlı ve sorunsuz bir yolculuktan sonra Elazığ tıp fakültesinin otoparkına ulaştığında, menekşe rengi sis içinde ateşten top, karanlığı menekşe rengine boyamaya başlamıştı. Renkler karalığa dönüşmek üzere, minarelerden akşam ezanı yankılanıyordu. Otopark bekçisi park ücretini kaçırmamak için acele ederek geldi. Adama, arabanın anahtarıyla beraber bir yirmi milyonluk teslim ederek, “ben on gün kadar yukarıda, dahiliyede yatacağım için arabayı bir iki gün sonra buradan alacaklar. Arabanın sahibi olduğunu kanıtlayan şahsa teslim edersiniz,” dedi.


Bekçi, “olur,” diyerek anahtarı ve parayı teslim aldı.


Osman, otoparkın karşısındaki kapıdan hastaneye girdikten sonra baştabiplik kapısından çıkarak yerleşke binaları arasından uzaklaştı. Yüz metre kadar yürüdükten sonra bir caddenin karşı tarafına geçerek sokak aralarına saptı. Camiye giden birkaç ihtiyara rast geldi. Yoluna tren ile devam edeceğinden tren garına ulaşmalıydı. Ortalık iyice kararıncaya kadar vakit geçirmeliydi. Bu saatlerde bir cami en uygun yer gibi görünüyordu. İhtiyarların peşinden giderek bir camiye girdi. Sırt çantasını çıkartıp bir kenara bıraktıktan sonra önündeki bir ihtiyarın hareketlerini taklit ederek namaza başladı. Abdest almayı unuttuğunu fark edince biran tereddüde kapıldı, ama niyeti sırf dikkat çekmemek için namaz kılıyormuş gibi davranarak vakit geçirmek olduğuna göre bunun bir öneminin olmadığına karar verdi. Kendi kendine, özgürlüğe kavuştuğum ilk günden itibaren Tanrı’ya şükretmek için beş vakit namaz kılacağıma söz verdi.


Cami çabuk dağılmıştı, umduğu kadar vakit geçirtmemişti; gene de ortalık iyiden iyiye kararmıştı. Camiden çıkanlardan birine yanaşarak, “affedersiniz, buralarda bir kahvehane ya da çorbacı bulabilir miyim?” diye sordu.


Adam kolundaki saatine baktıktan sonra, ”bu sokağın yukarısı Hürriyet caddesidir. Oraya çıkarsan, aradığın gibi bir yer bulabilirsin,” dedi.


Adamın gösterdiği istikamete yöneldi. Hürriyet caddesine ulaştığında açık bir lokanta bulmak zor olmadı; masalardan birisine geçip oturduğunda bir tencere dolusu çorbayı yiyip bitirebileceğimi düşünüyordu.


‘Cebimde sahte öğrenci kimliğim var, ayrıca görünümüm bir öğrenciden farklı değil; huzursuzluğa gerek yok. Gerçi huzursuzluklarımın ömür boyu biteceğini sanmıyorum. Başkalarını suçlamaya hakkım yok. Bunun tek suçlusu benim. Huzursuzluğun çatışmalardan güç kazanan bir yaşam fonksiyonu olduğunu biliyorum. Çatışmalardan kurtulmanın tek yolunun direnişten vazgeçmek olduğunu da biliyorum. Savaş olmadan barış olmayacağına inananlar bunun korkaklık olduğunu, korkaklığı ise cezalandıracaklarını söylüyorlardı. Direniş adına geçirilen her saniye savaşın alevlerini körüklemekten başka bir işe yaramadığı, barış adına bedenimizin hücrelerini tahrip ederek bize yapmadığını bırakmadığı herkesin çok iyi bildiği bir şey. Direniş yıkılıştır!’


İçtiği çorbanın parasını ödeyerek çıkarken masalardan birinde oturan bir polis memurunun kaçamak bakışlarını üzerinde hissederek az kaygılandı.


‘Hayat, uykunun bittiği andan, uykunun başladığı ana kadar verilen kararlardan ibarettir. Karar vermek kadar bu kararlara sadık kalmak ta önemlidir.’


Gözünü hedefinden ayırmadan bu yolculuğu tamamlamalıydı. Bir taksiye binip istasyona giderek, biletini aldıktan sonra yolcu salonuna girdi, trenin gelmesini beklemeye başladı.


Zaman adeta donup kalmıştı. Geçmek bilmeyen vakit ruhunu daraltıyordu. Gelen giden yok denecek kadar azdı, çıt yoktu ortalıkta.


Birden üç adam belirdi bekleme salonun kapısında. Osman, onların terör örgütünden olduğunu hemen anladı. Sırt çantasını soyunup içindeki tabancasını almak için hareketlendi çaresizce.


*


( Hüsnü Duman’ın Çocukları…6. başlıklı yazı AliKemal tarafından 5.03.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu