Fatih’in Kulakları…
Eşimin
can ciğer kuzu sarması arkadaşı Halide’nin ilk kocasından olma lolita kızı Ebru
bir kır düğünüyle evleniyordu. Kız, ünlü milyarder Kazım Köyceğiz’in playboy
oğlunu nasıl yaptıysa kafa kola almış, kendisiyle evlenmeye razı etmişti.
Dört
çekerli yeni model bir Grand Cherokee Jeep içinde iki kadın, iki erkektik. İki
erkek pahalı takım elbiselerimizle arka koltukta baharatlı patates cipsiyle
teneke kutudan bira içiyorduk. Kadınların saçları yapılı fakat üstlerinde
günlük kıyafetleri vardı. Gece kıyafetleri arabanın bagajındaydı, düğün evinde
giyineceklerdi.
Direksiyondaki
Halide arabayı yetmiş kilometreyi geçmeden yolun en sağ şeridinde sürüyordu.
Otoyola ilk çıktığımızda kocası Remzi bey, “biraz bastırsana,” diyecek olmuş,
onu, “tabakhaneye bok mu yetiştireceğiz?” diyerek terslemişti. Zavalli Remzi
bey. Hayatı boyunca bir işin ucundan tutmuş değildi. Bu günlere kendini
birilerine baktırarak gelmişti. Bir dönem eskaza milletvekilliği yaparak
meclisteki toplantılara iştirak etmiş, partisinin grup kararları doğrultusunda
ne için kaldırıp indirdiğini öğrenmeye bile teşebbüs etmeden elini kaldırıp
indirmişti. Bir sonraki seçimlerde kazanamayınca da oldukça yüksek bir maaş
bağlanarak emekli edilmişti. Ondan sonrasını da devletin cömert bakımında
geçiriyordu. Onun aldığı maaşla sıradan on aile geçinebilirdi ama bu onlar için
paradan sayılmazdı, masrafları çoktu. Geçimlerini asıl Halide sağlıyordu. Yok,
Halide’nin de bir işi yoktu. Ama önceki üç kocasından tazminat olarak elde
ettiği yüklüce banka hesapları ve babadan kalma hisse senetleri ile kirada
gayrimenkulleri vardı. Remzi bey dördüncü kocasıydı. Yüzüne her tükürüldüğünde
yarabbi şükür diyerek boyun eğmesi Remzi beyin Halide ile on yıldır evli
kalabilmesinin tek sırrıydı. Yolculuk boyunca Remzi bey bol bol Halide hanımın
aile bireylerinden bahsetti, tabii Halide hanımın kızdıklarını yererken,
sevdiklerine methiyeler düzerek. Ağzı iyi laf ediyordu. Entelektüel takılan bir
adamdı, palavra sıkmaktaki başarı oranı oldukça yüksekti.
Ana
caddeden stebilize çiftlik yoluna döndük. İki yanda ip gibi aynı hizada sıralı
zeytin ağaçlarının arasında bir kilometre kadar gittikten sonra bir görevlinin
açıp kapattığı geniş kapıdan çiftliğin duvarları içine geçtik. Dışarıdaki
zeytinliğin aksine bahçe narenciye ağaçlarıyla kaplıydı. Narenciye ağaçları
arasındaki hazırlanmış masaları gördük. Elli kadar masa. Beyaz kurdeleli
örtülerle kaplanmış, etraflarına misafirlerin kıçları rahat etsin diye yumuşak
retten party sandalyeler konulmuştu. Evin önünde indik. Ev sözcüğü yanlış oldu,
önünde indiğimiz bir villaydı. Yüksekçe bir kaya kütlesinin üzerindeydi.
Görkemli bir görüntüsü olduğu için küçük bir şato da denilebilirdi. İri bir
kangal ürüyerek karşıladı bizi. Kazım bey köpek sesine çıkıp verandadan aşağı
baktı. “Hoş geldiniz!” diye seslendi.
“Hoş
bulduk! Şu köpeğine söyle de bizi ısırma arzusundan vaz geçsin!” diye karşılık
verdim.
“Isıracak
köpek dişini göstermez. Korkmayın, gelin yukarı! Isırma huyu olanları
misafirler gelecek diye kapattırdım.”
Arabanın
bagajından hanımların küçük bavullarını aldıktan sonra, binanın altındaki
kayalığı dik bir merdivenden tırmanmaya başladık, bir minareye tırmanmaktan
farksız. Binaya ulaştığımızda nefes nefese kalmıştık. Binanın aşağıdaki toprak
zemin yerine kaya üstüne inşa edilmesi gösteriş ya da bir saldırıdan
korunma amacından çok Kazım beyin deprem korkusundandı. Şiddetli depremlerde
kaya üzerindeki binaların sarsıntı nedeniyle yıkılmadığına inandırmıştı
kendini. Bunu öykünün yazarı olarak bir ben biliyordum tabii, kimseye itiraf
etmezdi.
Kazım
bey verandada yanındaki iki genç kadınla karşıladı bizi.
“Bu
ünlü yazar Kemnur Yavuz… Ve gelinimizin nikah şahidi eşi… Eşi… şey…” Şeyde
takılıp kalmıştı. Sonunda eşime dönüp, “özür dilerim! Adınız neydi allaaşkına?
Unuttum,” demek zorunda kaldı.
Eşim,
"Nurten," dedi.
"Bu
Nurten hanımefendi," dedi yanındakilere.
Elimizi
uzattık
Sonra,
“Bu Melek, büyük kızım,” diyerek hemen yanında duran genç kadını tanıttı.
“Merhaba
Melek!”
“Ve bu
da Elif, karım.”
Elif de
güzel kadındı, fakat sivri dilliydi. “Ayık kafayla iki sözcüğü yan yana koyup
bir cümle dahi yazamadığınız, bütün romanlarınızı zil zurna sarhoşken
yazdığınız doğru mu?” diye sordu bana.
“Ayıkken
hiç yazı yazmadığım için doğru olsa gerek,” diye cevap verdim.
“Bu
kadar çok içmeniz yaşınıza göre riskli değil mi?”
Bu defa
cevap vermedim. Kazım bey de Remzi beye dönerek dikkatleri onun üzerine çekti.
“Dünürlerimiz saygıdeğer milletvekilimi ve eşi Halide hanımefendiyi
tanıyorsunuz kızlar.”
Kadınlar
öpüşerek kucaklaşırlarken ben geçip bir kenara oturdum. Bir bira isteyerek onu
içmeye başladım.
Kazım
bey, “haydi, hanımefendilere üslerini değiştirmelerinde refakat edin!” diyerek
yanındakileri yollarken Remzi beyin koluna girerek yanıma getirdi.
Hanımlar
üslerini değiştirmek için bir odaya alınırken biz erkekler kendi aralamızda
geyik muhabbetiyle oyalandık. Hizmetçiler o dik merdivenleri bir inip bir
çıkarak mutfaktan bahçedeki masalara bir şeyler taşıyorlardı. Merdivenlerden
inişler çıkışlardan daha hızlı oluyordu.
Davetliler
gelmeye başlamıştı. Kazım bey ve Remzi bey misafirlerle ilgilenmeye başlayınca
yalnız kaldım. Her gelen tırmanmak zorunda kaldıkları dik merdivenin sonuna
soluk soluğa ulaşıyordu. Gelenlerden biri sakat bacakları yüzünden merdivenleri
tırmanmakta çok zorluk çekiyordu. Kazım bey hemen talimat verdi, dört hizmetli
adamı bir sandalyeye oturtup taşıdılar yukarı. Sakat bacakların nedenini
gazeteler de yazmıştı, zamanında yapılmamış bir ödemenin bedeli adamın diz
kapaklarına birer mermi sıkılarak ödettirilmişti. Gelenler genelde Halide’nin
ya da Kazım beyin akrabalarıydı. Remzi beyin zaten az sayıdaki akrabaları davet
edilmemişti. Çoğu samimi olmasam da tanıdığım tiplerdi. Az önce selamlaştığım
Anadolu Üniversitesinde rektörlük yapmış bir profesördü. Onun yanına sokulup
kolkola sohbet etmeye başlayan ise İran sınırına silah götürüp karşılığında
uyuşturucu getiren bir mafia babası. Bir sürü sahtekar ve karanlık karakter.
Bira
bitti, yenisini istedim. Mümkün olduğu kadar sessiz kalarak kimseyle muhatap
olmamaya özen gösterdim. Arada bir Kazım beyin getirip tanıştırdıkları hariç,
onlara en azından hal hatır sormaya mecbur kalıyordum. Gelenlerin arkası
kesildiğinde yanında çantasını taşıyan kadın yardımcısıyla belediye reisi de
geldi. Herkesin dikkati onlara yöneldi, nikahı o kıyacaktı. Sırtında kırmızı
bir cübbe vardı. Çevresini saranlara gülücükler saçarak bir şeyler söylüyordu.
Tüm politikacılar gibi gevezenin tekiydi.
Bira
şişem boşaldığında yenisini söylemek için bir hizmetçi bakındım. Hepsi nikahın
kıyılacağı masayı hazırlamakla meşguldü. İş başa düştü diyerek kalktım, mutfağa
gittim. Şişeği açmaya çalışırken Kazım bey geldi.
“Viski
içmez misin?” diye sordu. “Gerginliğe birebirdir, biliyorsun.”
“İyi
olurdu,” dedim.
Dolaptan
çıkarttığı viski şişesinden geniş bedenli viski bardağına bir duble viski
doldururken, “romanlarının hepsini okudum,” dedi. “Sen benim Nobel adayımsın.”
“Elbette…
Öyledir,” diyerek kadehi elinden aldım, başımdan diktim.
“Bir
tane daha?”
“İyi
olur.”
Salona
döndüğümde nikah masasının bir ucunda oturan eşimi gördüm. Yanında da eski
rektör profesör vardı, o da oğlanın nikah şahiti olacaktı anlaşılan. Belediye
reisi nikah defterini açmış gelinle damatın getirilmesini bekliyordu. Onu çok
bekletmediler. Salonun kapısından giren gelinle damat alkışlar arasında geldi,
belediye reisinin karşısına oturdu. Lolitanın gelinliği alışık olduğum salkım
saçak upuzun gelinliklerin tersine kıçını gösterecek kadar kısacıktı. Bu kız
ben bildim bileli hep böyle etekler giyinir. Bir keresinde, “kızım kıçını
üşütür ishal olursun, biraz uzunca giyin,” diyerek takıldığımda, “erkekler
popomu böyle daha kolay okşuyorlar,” demişti. Damat esmer, bıyıklı, yakışıklı.
Otuzlu yaşlarında olmalı, gelin ise bildiğim kadarıyla yirmi ikisindeydi.
"Bayan
Ebru Çokça, Halim Köyceğiz’i kocalığa kabul ediyor musunuz?"
"Evet..."
"Ve
sen Halim Köyceğiz, bayan Ebru Çokça’yı karılığa kabul ediyor musun?"
"Evet..."
“Sizler
de bu nikah akdine şahitlik yapıyor musunuz?”
“Evet…”
O arada
herifin teki fotograf çekip duruyordu.
Klik!
Klik! Klik!
Flaş
ışığı gözlerime vurdukça herife illet oluyordum.
Nikah
defterine imzalar atıldı. Ve bitmisti. Hep beraber ayağa kalkıldı. Nikah
cüzdanı geline teslim edildi, gelin damatın ayağına bastı, alkışlar, falan,
filan... Belediye reisi hafifçe gülümsedi, “hayırlı olsun!” deyip, süslü
cümlelerle uzunca bir nutuk çekmeye başladı.
Nutuk
sonunda belediye reisinin yanına sokuldum, elini sıktım. "Tebrikler.
Töreni çok güzel yönettiniz."
“Teşekkür
ederim!” dedi. Ama politikacılar bir yazarla samimiyetle tokalaşmayacak kadar
aptal ve gururludurlar, elini elimden çabucak çekip kurtardı, bu hareketiyle
kendimi daha iyi hissettim.
“Ben
müsaadelerinizi rica ediyorum!”
Belediye
reisi kalabalığın arasından sıyrılarak gitmeye çalışırken, önünü benim hanım
kesti. “A-a… Gitmeyin, kalın lütfen!” Ona ne dertse! İnandırıcı bir yakarış
değildi çabası zaten. O da bu kalabalığın bir parçasıydı aslında. Ne isim vardi
benim bunca riyakarlığın içinde?
Belediye
reisi gittikten sonra damatla gelin davetlileri dolaşarak kutlamaları kabul
etmeye başladılar. Benim yanıma da geldiler. Bu defa geline hiç sataşmadan,
yanaklarını öpüp mutluluklar diledim.
O da,
“sağol Kemnur amca,” deyip geçti.
Damatla
tokalaşırken, “Kemnur bey, kitaplarının hepsini okudum,” dedi bana. “Bu güne
kadar okuduğum en iyi yazar sensin.”
“Teşekkür
ederim!” diyerek onu da yanaklarından öptüm. “Allah bir yastıkta kocatsın.”
“Sağol!”
Onları
savuşturur savuşturmaz kendime içki koymak için mutfağa gittim. Kazım ayaküstü
kelli felli bir adamla konuşuyordu. Geldiğimi görünce beni adamla tanıştırdı.
“Bak, bu Ebru’nun babası Fatih. Bu da ümlü yazarlarımızdan Kemnur Yavuz…”
Halide’nin
ilk kocasıyla tokalaştım. “Memnun oldum!”
“Ben
de…”
“Kızınızın
nikahına geldiniz ha?”
“Öyle…”
“Belediye
nikah dairesinde yıldırım nikahı kıydırsalar da olurmus. Ruhsuz bir törendi!”
dedim.
Viskilerin
yerini öğrenmiştim, bu defa dolabı açıp kendim bir şişe viski çıkardım. Kazım
diğer misafirlerle ilgilenmek için müsaade isteyip içeri kaçınca eski koca
Fatih ile başbaşa kaldık. Benim niyetim de viskimi doldurup köşeme dönmekti.
Fakat Fatih’in çenesinden fırsat bulup yapamadım bunu. Dostoyevski’den,
Turgenev’den, Kafka’dan anlatıyorda anlatıyordu. Arada bir beni de sınava
tutup, “bilmiyorum, okumadım,” türünden cevaplar aldıkça, “okumalısınız,
müthiş,” deyip başlıyordu okumamı istediği yazarı anlatmaya. Ayaklı kütüphane
gibiydi mübarek. Sıkıntıdan her an patlayabilirdim. O gevezelik yaptıkça üst
üste bir kaç duble viskiyi ayak üstü içip bitirdik. O kadar viskiden sonra
herifin bir köşeye çekilip sızıp kalmasını umuyordum. Ama boşuna. Benim içtiğim
her kadehe karşılık iki kadeh içmişti hergele ve hala makineli tüfek gibi
şakıyordu. Allah'kahretsin. diye geçirdim içimden, Kazım bu herifi niye sardı
başıma ki! Sonra adamın kulaklarını fark ettim. Hani uzay yolu dizisinde
Atılgan gemisinin Mister Spock’u vardı, sivri, uzun kulaklı; aynı onun
kulaklarına benziyordu adamın kulakları. Bir insanda o güne kadar gördüğüm en
uzun kulaklara sahipti Fatih. Bu günün anısı olarak saklamak için o kulaklara
sahip olmalıydım! Bu düşüncem bir takıntıya dönüştü, içtikçe takıntım büyüdü.
Gözlerimi Fatih’în kulaklarından alamaz oldum.
Gelinle
damatı kutlama faslı da bitmişti içerde. Yükselen uğultuları bastıran bir ses,
“değerli dostlarım! Haydi eğlence başlasın artık! Hepinizi bahçeye davet
ediyorum,” diye ünledi. Sesin sahibini çıkartamadım, Kazım’ın sesi değildi.
İçerden dışarıya doğru bir hareketlilik başladı. Fatih, “biz de çıkalım mı?”
diyerek kadehinin dibinde kalmış son yudum viskisini başından dikti. Döndü,
dışarı doğru hareketlendi.
Hemen
ben de peşinden seğirttim. Daha içli dışlı olmanın tam zamanıydı. “Fatihciğim
bekle!” diye seslendim.
Fatih
arkasına döndü. “Beraber mi çıkalım?” diye sordu.
“Ya o
kulaklarını bana verirsin, ya da ebediyen burada kalırsın!”
“Ne? Ne
saçmalıyorsun sen birader?”
Birader
mi? “Mademki biraderin olarak görüyorsun beni, o iki kulağı kıskanmamalısın
benden, ver çabuk onları!” diyerek adamın iki kulağına birden yapıştım.
Fakat o heyecanlı saldırı anında apış aramı tedbirsiz bırakmıştım. Adam dizini
şöyle bir kaldırınca yumurtalarımın kırıldığını sandım. “Uğğhhh!” diye
inleyerek iki büklüm katlanıp bu defa apış aramın derdine düştüm. Kafamın
içinde intikam şimşekleri çakarken, aynı şekilde onun apış arasına net bir
darbe indirmenin planlarını yaptım. Hemen arenadaki boğaları aratmayacak bir
gerilimle apış arasına doğru uçtum. Ama o usta bir matador çevikliği ile yana
sıyrılmayı başardı. Yere kapaklandım. Fatih beni tutup kaldırdı.
“Sakin
olsanıza, ne yapmaya çalışıyorsunuz siz!”
Aptal
herif, beni tam da önüne dikiltmişti; işte tam fırsatıydı. Hemen bir sol direkt
çıkarttım. Bu sefer tam isabet sağlamıştım. O da, “ugghhh!” diye inledi.
İkinci yumruğumu yememek için bir adım geri çekildi. Birde sağ direkt savurdum
ama bu defa sakınıp yemedi. Boşluğa savurduğum yumruğun şiddetinden kendi
dengem bozuldu, kıçımın üstüne devrildim. Kalktım, yine üstüne yürüdüm.
Bekledi. Bana küçük bir karate darbesi indirdi. Şefkatle. Suratımın mutfak seti
üstünde bir tepsi içinde duran yoğurta gömüldüğünü fark ettim. Dilimi çıkartıp
birkaç yudum yoğurt yalayıp yuttum. Tadı hoşuma gitti. Karnım yoğurtla iyice
doyunca kaldırdım suratımı, baktım, Fatih korkusundan kaçıp gitmiş.
Yalpalayarak merdivenlere yöneldim, düşe kalka indim. Kimsenin umurunda
değildim, boktan bir gürültüyle kucak kucağa dans ediyorlardı. Ulaşabildiğim
ilk masadaki boş bir sandalyeye çöktüm. Masadaki iki kişinin avanak avanak bana
baktıklarını fark edince azarladım onları. “Ne bakıyorsunuz ulan, ayı mı
oynuyor burda?” Karate darbesiyle sağ kaşım yarılmıştı. Masa üstündeki yumuşak
peçeteyi aldım, yaranın üstüne bastırdım. Masadakilerin kadehlerinde rakı
vardı. İki kadehi de alıp peşpeşe diktim. Masadakiler bir şeyler söylenerek
başka bir masaya taşındılar. Umursamadım bile.
Remzi
ile Halide geldiler, “bizim masaya gel,” diyerek. Sahi ya, kızlarını milyarder
bir piçe kakalamayı başardıkları için onları tebrik etmeyi unutmuştum. Kalktım.
Halide’nin omuzuna dokundum. "Hayırlı olsun," diyerek eğildim,
yüzünü ellerimin arasina alıp dudaklarından öptüm. Remzi gözlerini kırpmadan
baka kalmıştı. Geri zekâlı! Sanki karısını ilk öpüşümdü! Ne halin varsa gör
deyip gittiler.
Sahnede
ünlü bir şarkıcı şarkılar söylemeye başladı, kadının adını bir türlü
çıkartamadım. Şarkıcı olmadan önce bir mağazada tezgahtarlık yaptığını
biliyordum da, adını bilmiyordum işte. Ayağa kalkıp sahneye gittim, kadının
eteğini kalçalarına kadar sıyırıp dizinden yukarı doğru öpmeye başladım.
Kadın
önce bir şey anlamadı, sonra birden kendine geldi. “Ne yapıyorsunuz?” diye
bağırdı.
“Sahnemin
ortasında bir gösteri yapalım seninle,” diyerek bacaklarına sarıldım.
O
kızgınlıkla bir itti, sırt üstü devirdi beni.
Düştüğüm
yerden doğrulmaya çalışırken, “porno kasetlerinde bu kadar haşin değilsin, pis
fahişe!” diye bağırdım.
Birilerinin
kahkahalar atarak güldüğünü duyuyordum. Koşarak yanıma gelen kadına baktım.
Karıma benziyordu.
“Rezil
ettin bizi, Allah belanı versin!” diye söyleniyordu.
“Defol
git, sürtük!” diye azarladım onu.
Sonra
iri yarı adamlar geldi, kimi kollarımdan, kimi bacaklarımdan çekiştirerek karga
tulumba bir arabanın arka koltuğuna soktular beni. Arabanın hızla hareket
ettiğini fark ettim. Direksiyonda ve yanında iki karanlık tip oturuyordu. “Hey!
Beni nereye götürüyorsunuz? Durdurun çabuk arabayı, karım orada kaldı,” diye
söylenmeye başladım.
“Eşiniz
sayın milletvekili ile gelecekmiş efendim,” dedi ön tarafta oturan. “Sizi de
biz evinize bırakacağız.”
Kabul
etmek istemedim bunu. Yol boyunca adamlara olmadık hakaretlerde bulunup
küfürler ettim. Adamların sabrı tükendiğinde evimin bulunduğu caddeye
girmiştik. Durdurdular arabayı, arabadan aşağı attılar. “Cehennem ol pis
herif!” demeyi de ihmal etmediler. Araba uzaklaşırken, “kaçmayın ulan,
erkekseniz gelin!” diye bağırmaya başladım. Caddenin bir o kaldırımında bir
öteki kaldurımında yürüye yalpalaya evime ulaşmaya çalışırken ani bir fren sesi
ve hafif bir dokunuş ile yere kapaklandım. Başım kaldırıma çarptı. Bana çarpan
araba hemen hareketlenip uzaklaştı, gitti. Acıdan bayılmak üzereydim. Ve
insanlardan nefret ediyordum.
Birkaç
dakika kıpırdamadan yatabilirsem kendimi toparlar, kalkarım diye düşünerek
öylece bekledim. Beş dakika sonra evimde olur, bir duş alıp kendime gelir,
yaralarımı pansuman edip iyileşirdim. Bir daha da hiçbir davete iştirak etmezdim,
bu son…
İki
kadın yaklaştı. Durup bana baktılar.
"Aa,
suna bak! Nesi var?"
"Sarhoş."
"Hasta
olmasin?"
Allah
kahretsin!
"Defolun
gidin başımdan kaltaklar!"
"Abovvv!"
Uzaklaştılar.
Ve ben hâlâ yerden kalkamıyordum. Tek yapmam gereken elli metre ötedeki evime
ulaşmaktı. İki dakika daha yatsam kalkabilecektim. Her deneyişte biraz daha
güçleniyordum. Eski bir ayyaş her zaman ayaga kalkar, yeter ki zamanı olsun.
Bir
dakikam daha olsaydi kalkmıştım. Ama gelmişlerdi. Arabanın tepesinde bir
lacivert, bir kırmızı yanıp sönen ışığı yanık bırakarak indiler, yanıma
geldiler.
"Kemnur
Yavuz," dedi biri, "başını belaya sokmadan duramiyorsun, değil
mi?"
Adımı
biliyordu, ne de olsa evveliyatımız vardı.
"Ayağım
takıldı, düştüm,” dedim. “Başımı çarptım. Az sonra toparlanırım. Evim zaten
hemen şuracıkta."
“İddiaya
girerim bu halde ayağa bile kalkamayacaksın.”
Kalkmaya
zorladım kendimi, ben zorladıkça yer altımdan kayıp beni yeniden suratım üstüne
düşürdü.
Güldüler.
"Köyceğiz’in neşe kaynağısın sen. Sen olmasan gülecek bir şey
bulamayacağız," dedi biri.
"Açta
götüne gül," diye söylendim
“Saygılı
ol!” diye terslendi.
"Afedersiniz,”
demek zorunda kaldım. Bunlarla itişmeye gelmezdi.
Boynumdan
süzülerek gömleğimin yakasına bulaşan kanı fark ettim.
O arada
polis elindeki telsizle anons yapmaya başladı. “1434… Cihanbeyli caddesi batı
ucunda başından yaralı, kanamalı bir hasta için acele bir ambulans gönderin...”
Kan
gömleğimin içinde göbeğime kadar inmişti. Kendimi çok yorgun hissediyordum.
Yaşamaktan usanmıştım artık.
Ambulans
geldi. Karga tulumba sedye üzerine koyup ambulansın içine taşıdılar. Siren sesi
ile yola koyuldular.
Başıma
gelen her şey o Fatih denilen herifin yüzündendi. Beni dövüp moralimi böylesine
bozacağına kulaklarını veriverseydi, bunların hiçbiri olmayacaktı, eminim. Ama
alacağı olsun! Ben Kemnur Yavuz’um. Şehir kütüphanelerinde ve üniversite
kütüphanelerinde kitaplarım var. Benim olağanüstü bir yazar olduğumu düşünen
milyonlarca okurum var. Bir şeyi istedim mi elde ederim. Fatih’in kulaklarını
da mutlaka istiyorum… O kulaklar er geç benim olacak. Yemin ederim…
(
Fatih’in Kulakları… başlıklı yazı
AliKemal tarafından
16.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.