Ekrem, eski Ekrem değildi. Temel eğitimini Muş’taki özel okulda ve kaldığı öğrenci yurdunda aldığı toplumsal hareketin telkinleri doğrultusunda bağlandığı cemaatin ideolojisine göre şekillendirdiği bir yaşama kaptırmıştı kendisini. Ortaokul diplomasını aldığı yıl okuduğu okulun sahipleri onu, çok istekli olduğu askeri lise sınavlarına yollayacaklarını söylediler. Bunun için form doldurmadan önce cemaate ne derece bağlı olduğunu anlamak için özel bir mülakata tabi tutuldu. Mülakatta bir tek soru sordular ona: “Hoca Efendiyi korumak için elinde bir el bombası olsa onun pimini çeker misin? Kendini hoca efendi için feda eder misin?” Ekrem, “evet” dedi. Bu cevaptan sonra da formları doldurdular.  Abiler tarafından Genelkurmay’dan temin edilen askeri lise sınav sorularına özel olarak çalıştırıldıktan sonra askeri lise sınavlarına girdi. Sınava giderken Ekrem’e bir fanila verdiler; bu kullanılmış bir fanilaydı. “Hoca efendinin giydiği bu atlet seni her kötülükten koruyacak ve zihnini açacak,” dediler. Ekrem o fanila sırtındayken girdi sınava ve onun kerametiyle İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesinin yazılı ve mülakat sınavlarını dereceyle kazandı.


*


Ekrem, ablası Selma’nın sokakta bulduğu sevgiliyle yaptığı düğüne gelememişti. Eniştesinin terör örgütüne katılıp dağa çıktığını Bulanık’a, ailesiyle vedalaşmaya gittiğinde diğer ablası Semra’dan öğrendi.


“Selma'nın kocası Osman, ülkemizle savaşmak için dağa çıktı. Evet, utanılacak bir durum! Patronum, böyle söyleyerek işime son verdi. Babam da kahvehaneye her gidişinde aynı şekilde hakarete uğruyormuş. Bu yüzden oradan ayağını çekince, adam resmen bunalıma düştü. Osman, Terörle Mücadele Şubesinin kara listesinde yer alan bir teröristmiş. Polisler ikide bir kapımızı çalıp onunla ilgili bilgi istiyorlar,” demişti ablası.


Ekrem, “satın evi, benimle İstanbul’a gelin,” dedi babasına.


Baba Hüsnü Duman, eski yaramazlıklardan tamamen sıyrılıp ağırbaşlı, oturaklı bir hale bürünmüş, beş vakit namazını aksatmadan kılan, gurur kaynağı oğulun bu teklifine kafası yattı.


Evi satılığa çıkartır çıkartmaz sattılar, bitişiklerindeki komşuları kendi arsasını genişletmek için istedikleri parayı verip satın aldı.


Ekrem, diğer ablası Selma için kaygılanıyordu. Ziyaretine gidip kaygılarını ona da söyledi. “Ailecek İstanbul’a göçüyoruz, kalma buralarda, bizimle gel,” dedi.


“Yerim kocamın yanıdır,” dedi ablası.


“Kocam dediğin adamla resmi nikâhın bile yok. Herif dağa çıkmış bir vatan haini,” dediğinde de her şeyi bildiğini ve artık o da aynı düşünceleri taşıdığını söyleyerek onunla evlendiği için bir pişmanlık duymadığını belirtti.


Selma, “bizim de kendimizi ifade etmekte özgürlüklerimiz var! Niyetimiz bu rahatlık içerisinde edep sınırlarını aşarak çatışmalar yaratmak değil. Bize baskı yapılmasın, siyasi görüşlerimize saygı gösterilsin. Bu fırsatı hak ediyoruz biz,” diyordu.


Onu yanıldığına ikna edebilmek imkânsızdı. “Beni hiç düşünmüyor musun? Yarın bir gün teröristle yaşayan bir ablam olduğu duyulursa askeri lisede tutarlar mı beni?” diyerek sitem ettiyse de umursamadı ablası.


 “Her koyun kendi bacağından asılır,” dedi.


Onun kararlılığına saygı duymaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.


Ekrem, o yazın sonunda onu okutan büyüklerinin görevlendirdiği bir ‘abinin’ refakatinde, yanlarına babasını da alarak İstanbul’a gidip okuluna yerleştirildi,


*


Hüsnü Duman Ekrem’i okuluna yerleştirdikten sonra ailesini oturtacağı bir ev aradı, buldu. Maslak’ta oturan dayısı kahveci Samet’in alt katında, yarı bodrum evi kiralayıp temin ettiği eski eşyalarla dayadı, döşedi. Bulanıktakilere haber verip hemen gelmelerini söyledi.


Anne Hanım Duman ile büyük kız Semra şahsi eşyalarını yanlarına alıp yola çıktılar. Diğer eşyalarının ederi istenilen nakliye ücretinin yarısı bile değildi, eskiciye satılabilecekleri satıp ötekileri evle birlikte bıraktılar. İstanbul’a ulaşıp Hüsnü Duman’ın hazır ettiği gecekonduya yerleşmeleri iki günlerini aldı. Başladıkları yeni yaşamlarında onları kimse tanımıyordu, ilgilenmiyorlardı da...


Çok geçmedi, kış ayları bastırdı. Bulanık’ta satılan evin parası suyunu çekmeye başladı. Hüsnü Duman, kızı Semra’yı "gidip bir iş bulup aşımıza katkı yap, kızım," diyerek iş aramaya yolladı.


Semra, Bulanık’tan da alışık olduğu için hazır giyim mağazalarında aradı iş, buldu da; çalışacağı yer oldukça büyük, modern bir mağazaydı.


Yeni patronu otuzlu yaşların sonlarında şirret bir herifti, çalışanlarına göz açtırmıyordu. Müşteri olmadığında dahi oturması yasaktı. Başlarda arada bir oturmaya cesaret ediyordu, fakat fırçayı da yiyordu.


“Oturman için para vermiyorum sana!"


"Şey... Müşteri yokken bacaklarımı azcık dinlendireyim dediydim de..."


"Müşteri yok diyerek oturman mı gerekiyor? Kalk, bir paspas çek ortalığa!"


"Baş üstüne!"


 *


Hüsnü Duman, kendisi için bir türlü iş bulamıyordu, koca kışı evle kahve arasında geçirmiş, dayısı kahveci Samet’e yardım ederek üç beş kuruş kazanmaya çalışmıştı. Samet dayı altmışını geçkince, zayıf fakat diri bir adamdı. Yaşından dolayı saçı, bıyığı ağarmışsa da gür ve kıvır kıvırdı. Tütün içmekten dişleri sapsarı olmuştu. Kahvehanesi ayakaltı bir yer olduğundan müşterisi boldu. Çay ocağını kendisi idare ediyor; zaman zaman da işinin püf noktalarını öğrettiği yeğeni Hüsnü Duman’a emanet ediyordu.


Hüsnü Duman, ustası olduğu bir mesleği olmayınca kazancı bol bir iş bulamıyor, mecburen vasıfsız işlerde çalışıyordu. Mesleği vardı aslında, o tuğla ocaklarında eline su dökülmez bir ustaydı, fakat geçerli bir meslek değildi bu; tuğla ocağı diye bir şey yoktu buralarda.  Tuğla da, kiremit de fabrikalarda üretiliyordu. Yaşı çoktandır kırkı geçmişti ve iş talepleri yaşı bahane edilip o fabrikaların kapısından çevriliyordu. Bazı bazı kahveden birkaç arkadaşıyla deniz kıyısına balık tutmaya iniyordu. İstanbul’un balığı da işi gibi kıttı. Kıt olmayan şeyi ise yağmuruydu. Mayıs ayı boyunca hiç eksik olmamıştı. Yağmur bereketti. Seviyordu yağmuru. Köyündeki o kıraç topraklara yağsın diye az mı yağmur duasına çıkarlardı. Çok değil, burada bir günde yağanın yarısı orada yağsa köyce şükür namazına dururlardı. Allah, lazım olan yere vermiyordu da, bu asfalt sokaklara yağdırıp onca yağmuru sebil ediyordu. Oysa tüm bu yağmur ona muhtaç toprakları iyicene bir doyursa, o toprak kokusu her yanı sarıp, her karışından bir yeşillik fışkırmaz mıydı? Onun da bir hikmeti olsa gerekti. İstanbul’da her şey boldu ya, gariban için değil… 


Mayıs sonuna doğru, şimdiye kadar ara ara çiseleyen yağmur birden bire gök gürültüleri içinden sicim gibi boşalmaya başladı. Günün yarısı bu şekilde geçtikten sonra yağmur suları sel olup İstanbul sokaklarına aktı, evlerin alt katlarını bastı. Hüsnü Duman’ın evi, eşyaları aniden bastıran sulara gömüldü. Canlarını zor kurtardılar. Bu Hüsnü Duman için kırk yıl düşünse akıl edemeyeceği bir felaket olmuştu. Televizyon, buzdolabı gibi para eder eşyaları beline kadar yükselmiş suların içinden alıp Samet dayıyla yardımlaşarak tavan arasına taşıdılar. Yoğun yağmur durulup da selin arkası kesilince, çoluk çocuk el birliğiyle, evin içine dolan suları kovalarla dışarı attılar. Eve çöken çamuru, kiri arındırdılar. Suyun içinde kalmış yatağı, yorganı, kilimi, kılık kıyafetleri yıkayıp kuruttular. Evi yeniden barınılacak hale sokana kadar Samet dayının evinde barındılar.


“Bir yandan bu felaket, bir yandan işsizlik… Keşke hiç gelmeyeydim buralara be dayı!” diyerek yakındığı bir gün Samet dayı,


“Sana bir köfte arabası yapalım. Kahvenin önünde tükürüklü köfte sat,”  dedi.


Bundan önce pek fazla etkilenmedi. “Beceremem,” dedi. “Hem bir araba yapmak kolay mı? Dünyanın parası…”


Samet dayı, “orasına karışma sen. Her bir düzeneği ben kuracağım. Sermaye benden, çalışmak senden, kârı yarı yarıya bölüşürüz,” deyince kafası yatar gibi oldu.


“İyi ya, yapmasına yapalım da, parası bölününce ikimize de yeter mi ki?”


“Yettiği kadar… Hiç yoktan iyidir.”


( Hüsnü Duman’ın Çocukları…4. başlıklı yazı AliKemal tarafından 1.03.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu