Babam okuduğum okulun müdürlüğüne asaleten atamasını bekliyordu. Babamın vekaleten de olsa okul müdürü olması nedeniyle torpilli olduğuma inancımla kendimi daha şimdiden ortaokul öğrencisi olarak görüyordum.
Ne var ki aynı beklenti içinde olup okulda
eskiden beri görev yapan öğretmenler dışarıdan birinin Müdürlük kadrosuna
vekâleten de olsa atanmasını hazmedemiyorlardı.
O zamanlar ilkokulu bitirebilmek için bir de
ayrıca sınava tabi tutulurduk. Benim o sınavlarda başarılı olabilmem mümkün olamazdı,
çünkü sorulan sorular zaten düşük olan kapasitemin çok üstünde sorulardı.
O zamanlar nasıl olduğunu bile anlamadan ilkokul
beşinci sınıfı ikinci defa okumak üzere sınıfta kalmıştım. Bunun için günlerce
ağladım.
Babam, öğretmenlerden kaynaklanan bu olumsuzluğu
kendisi üslenerek, "daha çok pişmen için ben bıraktırdım seni beşinci
sınıfta," diyordu.
"Babam böyle diyorsa bildiği bir şey var ki,
diyordur," diyerek mızmızlanmayı bırakıp haytalıklarıma yeniden başladım.
İlkokul beşte çaktıktan sonra, o yaz tatilini
haytalığın her türlüsüyle geçirmekteydim. Çay ocağı, babamdan kolayca harçlık
alabildiğim bir yerdi. Onu, yeter ki orada otururken yakalayayım; içerdekilere
iyi baba olduğunu göstermek için hemen bonkörlüğünü gösteriyordu.
Kahveci, bu sömürü sistemime engel olmak
amacıyla, bir gün, "bana bir askıcı lazım; senin oğlan aylak aylak
dolanıp, senden harçlık alacağına, burada çalışsa ya," dedi.
Babam, "beceremez," diyerek ona karşı
çıktı.
Babamın bu tutumu öyle ağrıma gitti ki, bozularak
hemen itiraz ettim. "Nedenmiş o? Beceririm!"
Babam itirazını sürdürmedi bile; "istiyorsan
çalış mademki," deyiverdi.
Beni, bir güzel tuzağa düşürüp, haytalıklarımdan
kurtulmuştu ya, helal olsun babama! Çalışmayı pek istemediğim halde, beceriksiz
olmadığımı kanıtlayarak onurumu kurtarmak için dört elle sarılmıştım yeni
işime.
Yaptığım iş, çocuk oyuncağıydı; cadde üstündeki
diğer esnafları dolaşarak çay siparişlerini almak ve sipariş edilen çayları
sahiplerine götürmekti.
Babam, çay ocağına geldiğinde elimde askıyla çay,
kahve taşıdığımı görmekten dolayı, halime bıyık altından gülümsüyordu. Ben de,
ona bir işe yaradığımı ispatladığımı düşünerek kasılıyordum.
Evin iyice eskiyen kırık dökük eşyalarından
şikâyetlere başlayan annem, hele bir de, o gün oturmaya bir komşusu geldiyse, "Bu
gün komşuların yanında yerin dibine geçtim gene…" diye başlayan
söylemlerle babamın başının etini yiyordu.
"Benim kazancımla evi idare et de, babamın
maaşlarını biriktirip, istediğin eşyaları al madem ki," diyerek,
kazandığım parayı olduğu gibi anneme vermeye başlamıştım.
Öte yandan, evde hep benim istediğim yemekler
pişirilsin istiyordum.
"Canım mantı istedi, bugün bir mantı yapsan
ya anne…"
"Tamam oğlum, yaparım."
Anneme verdiğim paranın, pişirilmesini istediğim
mantının kıymasına bile zar zor yettiğini düşünemiyordum. Annem de bunu
düşünmemi istemiyor, kendi cebinden yaptığı takviyelerle her istediğim yemeği
pişiriyordu. Belki bana, bir işe yaradığımı gösterme isteğiydi onunki; yararı
da oluyordu, çünkü özgüvenim artıyordu.
Babam, annemin sitemlerine daha fazla
direnemeyince, onun istediği mobilya takımını taksitle almaya karar vermişti.
Ana cadde üstündeki bir mobilya mağazasıyla konuşmaya gittiğinde, mağaza
sahibi, esnaftan bir kefil getirirse istediklerini vereceğini söylemişti.
Emekli imam, kefillik için gönüllü olmuştu.
Evimize getirilen koltuk takımı, albenisi olan
bir vitrin, sehpalar, perdeler ve halı evin salonunu adeta saray odasına
döndürmüştü. Asıl şimdi asortiklere karışmıştık işte…
Ablam, ebelik okulunu bitirdikten sonraki stajını
da bitirmiş, çıkıp gelmişti. O artık bir ebeydi ve devlet baba onu tayin ettiği
yeri bildirene kadar misafirimizdi.
"Ebeler ne iş yapar?"
"Senin gibi veletleri dünyaya getirirler!"
"Beni annem dünyaya getirmiş, ebeler değil…"
"Salak şey! Git başımdan!"
Ebe hanım bana bir kardeşten çok, bir düşmanmışım
gibi davranmayı sürdürmekten vaz geçmemişti. On yedi yaşındaydı, ama hala on
iki yaşındaki aklıyla yaşıyor ve o zamanlar, onu illüzyonisti seyretmekten ala
koyuşumun kinini güdüyordu. Şimdi on iki yaşında olan bendim ve ondan farklı
olarak, ben, keşke izin verseler de kardeşim Ersin ile gidip, değil bir, bin
tane illüzyonisti onun yüzünden seyredemesem, diye düşünüyordum. Egoist
cadaloz!Ne var ki, laf atmaktan da geri tutamıyordum kendimi:
"Abla sen hastanelerde mi çalışacaksın?"
"Sana ne?"
Onun aksiliğine karşın, merakımı gidermeye
çalışan annem oluyordu.
"İlk tayininde onu, hemen hastanelerde
görevlendirmezler. Önce köylerdeki sağlık ocaklarında görevlendirirler sanırım."
"Hangi köydeki sağlık ocağında
görevlendirirler?"
Ablam, anneme sorduğum bu soruya da aceleyle
cevap yetiştiriyordu.
"Cehennemin dibindeki…"
İmam Hatipli de, "ilk tayinimi cehennemin
dibindeki bir köyün camiine yaparlar," diyerek, imamlık yapmayacağını
söylemişti. O, dükkanlarında çalışarak cehennemin dibine gitmekten
kurtuluyordu, ama ablam için kurtuluş yoktu. Oh, canıma deysin!
Annem, bu defa ablama çıkıştı. "Kardeşine
doğru dürüst cevap versene kızım!"
"Aman… Versem ne olur, vermesem ne olur…
Nato mermer, nato kafa, anlayacak akıl onda var mı sanki!"
İmamın oğlu ablamla karşılaştıklarında çok
etkilendi. İlk görüşte aşk, dedikleri türden bir etkilenme oldu bu!
Ablamla yakınlaşabilmek için benimle olan
samimiyetini daha da arttırmaya başladı.
Ablam, evden çıkıp gezmeye gittiği bir gün,
döndükten sonra annemle fısır fısır bir şeyler konuşuyordu. Duyabildiğim
kadarıyla, emekli imamın oğlu bunun önüne çıkmıştı ve arkadaşlık teklif
etmişti.
Annem meraklı, "e? Kabul ettin mi?"
diye sorunca,
"Aman be!... Şapşal oğlanın teki…"
demişti.
Annem hayal kırıklığı ile karşılamıştı bu cevabı.
"Çok iyi bir çocuğa benziyor. Tam bir Müslüman insan evladı gibi…"
Ablam, sık sık sokağa çıkar olmuştu. Onun çıktığı
o zaman aralıklarında, nedense, emekli imamın oğlu da dükkanda bulunmaz
olmuştu.
Ablamın gene dışarı çıktığı bir gün, oğlan da
dükkanı babasına bırakarak gitti. Bu durumdan işkillenerek, elimde askı,
göbeğimde önlükle peşine düştüm. Az sonra, ana cadde üstündeki bir pastanenin kapısından
girince, bir süre pastaneden bir şeyler alıp çıkmasını bekledim, ama kimsenin
çıkacağı da yoktu. Pastaneye girdim. Görevliden bir "badem ezmesi"
ile gazoz istedim. O arada da pastanedeki masaları kolaçan ettim, fakat oğlanı
göremedim. Biraz daha dikkat edince dar ve dik bir merdivenle çıkılan asma
kattaki küçük salonu fark ettim. Pastaneciye, "teras katınızda oturabilir
miyim?" diye sordum.
Adam, "tabii ki, nerede istersen otur,"
deyince, dar merdivenleri, tırmanıp üst kata çıktım.
Loş bir yer olan salona varır varmaz gördüğüm
manzara, el ele tutuşmuş, burun buruna sohbet eden iki aşığın haliydi.
Sohbetlerini öyle koyulaştırmışlardı ki, tepelerine dikilinceye kadar beni fark
edemediler bile.
Fark ettikleri andaki halleri ise o kadar komikti
ki, ben de kızsam mı, gülsem mi, karar veremez bir hale düştüm.
İkisi birden oturdukları yerden öyle bir ayağa
fırlamıştı ki, oturdukları sandalyeler ve masa, üstündekilerle birlikte
gürültüyle yere devrilmişti.
Çıkan gürültüye koşturup gelen pastaneci, "ne
oluyor?" diye müdahale etmek isteyince,
Adama, "yok bişi abi," dedim. "Ablamla
komşumuzun oğlunu koklaşırken yakaladım da, heyecanlandılar biraz!"
*
"Seni babama söyleyeyim de gör gününü!"
diyerek yanlarından uzaklaştım.
Daha pastanenin kapısından çıkmadan sol kolumda
biri, sağ kolumda öteki, dil dökmeye başladılar.
"Sandığın gibi değil bak…"
"Bak bi dinle…"
Söylediklerinin hiç birinden etkilenmeden
yürümemi sürdürüyordum. "Ben size değil, gördüklerime inanırım."
Bizim ara caddeye girinceye kadar onlar dil dökmeyi,
ben de "babama söyleyeceğim" demeyi sürdürdük. Eve yaklaştıkça yanı
başımda yürümeyi bırakıp önümü kesmeye başladılar. Ben yürümeye hamlettikçe
onlar durduruyorlardı.
"Biz birbirimizi seviyoruz kardeşim… Sana
yalvarıyorum… Lütfen…"
Ablamın bu son sözleri küçük bir şok geçirmeme
neden olmuştu. Ne söylediği değil, onları anlamamıştım bile; etkilenişim
söyleyiş biçiminden dolayıydı. O bildiğim, alışık olduğum sevimsiz, kaba saba
dişi ayı, lütfen diyerek yalvarıyordu. Ablam!
Ya emekli imamın oğlu? Onun döktüğü diller de
ablamınkilerden aşağı kalmıyordu. Diyordu ki, "ben, Esin ile ciddiyim, onu
seviyorum."
Birbirini sevdiğini söyleyerek bana yalvaran bu
iki genci elbette ki babama ihbar etmeyecektim. Annemin, teslim ettiğim
kazançlarımla evi idare ettiğimi sanmamı sağlayarak bana kazandırdığı şey, işte
buydu. Olgunluk! İki aşığın ilişkisine engel olmamayı düşünebilecek kadar
olgunlaşmıştım.
Gene de, hemen teslim olmak niyetinde değildim.
Sahip olduğum bu bilgiden elde edebileceğim bazı
şeyler vardı. Bu fırsatı bana karşı cadalozluklarını bertaraf etmek için
değerlendirmeyi, kafamın bir kenarında planlamaya başlamıştım bile. "Tamam,"
dedim! "Bu günlük, kimseye bir şey söylemeyip, yarın söyleyip
söylemeyeceğimi düşüneceğim. Yarın da, öbür gün söyleyip söylemeyeceğimi
düşünürüm belki… Ablamla anlaşabilirsek…"
"Tamam kardeşim, istediğin her konuda
anlaşırız…"
Ablamın koluna girdim. "Hadi madem, eve
gidelim!" Baktım, oğlan da bizimle gelecek, ona, "sen buradan ayrıl
abi," dedim. "Millet şüphelenmesin…" O, yanımızdan ayrılarak
yitti. "E-e! Ablacığım!" diye başlayıp içimden geldiği gibi dalga
geçmeye başladım onunla. Aslında, aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu
bilmiyordum. Sanıyordum ki, bizi dünyaya getiren ilişkiler yumağıydı aşk.
Ablamla ilişkilerimiz canciğer kuzu sarmasına dönüşür dönüşmez, ona sorduğum
soru bu bilgisizliğimi gidermek için olmuştu.
Ablam, "bir cinsin, karşı cinsten birisine
duyduğu beğenmişliklere aşk denir," diyerek aşkın tanımını yaptığında, bu
tanım bana fazla bilimsel gelmişti ve daha iyi anlayabilmek için saçma sorular
sormayı sürdürmüştüm. Ablam, en sevecen mimiklerini takınarak cevaplamaktan
gocunmuyordu onları. Evet! Ablam, artık çok iyi davranıyordu bana…
Evimizin arkasındaki caminin minaresi adeta bizim
mutfağın içine doğru uzanıyordu. Mutfağın balkonuna çıktık mı, o minareden ezan
okuyan müezzinle göz göze bakışabiliniyordu.
Esin ablam öğlen ve ikindi vakitlerinde sık sık
ya balkona çıkıp, ya da mutfağın penceresinden bakıp, ezanı öyle dinliyordu.
Onun bu ezan düşkünlüğünden pek memnun olan
annem, ablamın yanına gelerek, "müezzinin sesi nasıl da yanık, değil mi
kızım?" diyerek laf atıyordu.
Ablam da hemen yanıt veriyordu: "Evet,
insanın içine işliyor."
Ablamın niyeti ezanı dinlemek değil, ezanı
okuyanı görmekti; çünkü insanın içine işleyen sesin sahibi emekli imamın
oğluydu. Oğlan, caminin fahri müezzinliğini yapıyordu. Okuduğu her ezanı
usulüne göre şerefenin etrafında dönerek okuyordu ya, bazen de kendine bakan
kızdan şerefenin çevresini dolanmak kadar bile ayrılmaya tahammül gösteremeyip,
tamamını bizim mutfağa doğru okuyup tamamlıyordu. "Eli işte, gözü oynaşta,"
sözü tam da bu duruma uygundu.
Annem, oğlanı elektrikli süpürgeyle caminin
baştan sona kadar her yanını temizlerken gördüğü bir gün, babamı yanına
çağırarak, "gördün mü, imam efendinin oğlunu, tam bir Müslüman evladı,"
diyerek iltifatlar düzdü.
Ben de Müslüman insan evladını görebilmek için
yanlarına geldikten sonra, lafa karışarak, muziplikle bir soru sordum: "Esin
ablamı istese verir misiniz?
Bu sorumla, hemen yanımda dikilen Esin ablam
renkten renge girmeye başladı.
Annem, "Allah u Teâlâ, ablana da öyle helal
süt emmiş bir Müslüman evladı nasip eder inşallah!" diyerek temennilerde
bulunmaya başladı.
Bilseydiler ki, biricik kızlarının sevgilisiydi o
oğlan, tepkileri nasıl olurdu? Şeytan dürttü, dürttü, ama direnerek daha fazla
laf üretmedim.
*
Ablamın tayini Eskişehir"e kırk kilometre mesafedeki
Seyitgazi ilçesine çıktı. Aile büyükleri tarafından, Seyitgazi içinde küçük bir
ev tutulmasına, ablamın hafta içinde orada kalmasına, hafta sonu izninde de
Eskişehir"e gelebileceğine karar verildi. Ablam, alışıncaya kadar annemin
de kendisiyle birlikte kalması için ısrar ettiyse de, babamı razı edemedi.
Beşinci sınıftaki ikinci yılımı Seyitgazi"de okumama karar vererek ablamla
birlikte beni de yollayacağını söyledi. Aklıma hemen Safinaz ablayla
görüşemeyeceğimiz. Sekiz yıl süren ilk ayrılığımızdan sonra tam da kavuşmuşken,
gene mi ayrılık yaşayacaktık.
"Olmaz! Ben ablamla gidemem," diyecek
oldum, babamın suratı anında değişti.
"Kodum mu oturturum şimdi!" diyerek
yumruğunu gösterdi. Eskiden böyle argo tavırları hiç olmazdı, o da huy
değiştirmeye başlamıştı. "Sana fikrini sorarsam söylersin!"
Annem de gitmeme pek taraftar değidi. "Burada
biz zapt edemiyoruz bu haylazı; orada kızın hayatını zindana çevirir vallahi!"
İçimden, "bastır anne! Caydır şu herifi beni
yollamak fikrinden," diye dilekte bulunuyordum.
"Ablasını üzmez o, haylazlığı bize!"
Son günlerde ablamla hoş sohbet olduğumuzu gördü
ya, hep iyi geçindiğimizi sanıyordu; bilmiyordu ki, kızı manyağın tekiydi.
Aklıma birden, kurtuluşumun ablamla mümkün olabileceği geldi. Tabii ya, o
benimle gelmesini istemiyorum, derse babam anında çark ederdi.
Yanlarından kalkıp odadan çıktım. Kapı
aralığından, babama belli etmeden, işeretle ablamı çağırdım. Ablam birden
fırlayınca, bu ani hareketlilikten gocunan babam başını çevirip kapı aralığında
olduğumu gördü. Ablamı benim çağırdığımı anladı.
"Hiç boşuna ablanı, Erdem"i götürmek
istemiyorum, demesi için ikna etmeye çabalama!" diye seslendi.
Planım daha uygulanmadan yatmıştı.
Ablam, "ne var, ne istiyorsun?" diyerek
yanıma geldiğinde,
Onu, "Belli etmeden, sessizce gelemedin;
salak şey!" diye azarladım."Adam çaktı ne yapacağımı, görmüyor musun?"
Bozularak içeri döndü. Ardından da ben...Muzaffer
komutan beni bıyık altından gülümseyerek karşıladı. Ona, "Aç da kıçına gül, pezevenk!" diye
küfrettim. Tabii ki, içimden.
Safinaz ablaya, "hayatta en çok istediğim
şey, ona benden niçin bu kadar çok nefret ediyorsun baba, diye sorabilmektir,"
dediğimde,
"Hep aynı travmalar," dedi. Ne demek
istedi, anlamadım. Açıkladı: "Benim babam, istisnasız her gün ya söverdi,
ya döverdi. Kimisi üvey annemin gazıyla, kimisi de o günkü satışların kesat
gitmesindendi. Ya da benzeri sorunlardan işte..."
Gözümde, geceyi bizim evde yattığında, aynı yatakta
sarmaş dolaş uyuduğumuz günler canlandı. Onun kanatları arasında uyuyan bir
yavru kuş gibi hissederdim kendimi. Derin bir huzurla uyurdum.
Safinaz abla anlatmayı sürdürüyordu. "Hep
sorgulardım, babam beni niçin sevmiyor, diye... Bir kerecik olsun güler yüzlü
olmamıştı bana, ama analığıma, oğlan kardeşime otuz iki dişiyle keman çalardı."
"Benim babam da bana köpek gibi davranırken
Ersin"e o dediğin gibi yapıyor işte!"
"Babalar nedense böyle bir ayrımcılık
yapıyorlar, illa ki!"
"Birde bana haylaz diyor, asıl kendileri
manyak, desen ya!"
Safinaz abla, "Aynen öyle!" diyerek
neşeyle güldü.
"Hani bir de gerçekten haylaz biri olsam!
Tatar çocuklarıyla kavgalarımı kast ettiğini anlıyorum ama, sor bakalım bir,
kabahat benim mi, tatar çocuklarının mı?"
"Sormaz! Hüküm verilmiş, sen hükmen
mağlupsun!"
"Hem de öyle valla!"
" Öyle tabii..."
Vedalaşırken, ona, senden ayrı kalacağım için
gitmek istemiyorum, diyemedim, ama seni çok özleyeceğim, diyerek hüngür hüngür
ağladım.
"Ağlama!" dedi, başladı kendisi de
ağlamaya. "Şunun şurası kırk kilometre, çıkar çıkar gelirsin. Hem belli mi
olur, ben de gelirim belki..."