Meryem teyze haftada bir gün on kilometre
tutan Sakarya caddesi boyunca gidip gelerek, cadde üstündeki dükkanlardan
sadaka toplamaya başlamıştı. Esnaf onu iyice tanımıştı artık. Kimisi avucuna
birkaç kuruş koyuyor, kimisi de dükkanlarındaki kullanım süresi dolmak üzere
olan mallardan birini çantasına sokuşturuyordu. Bazen eve, taşımakta güçlük
çektiği fileler dolusu gıda çeşitleriyle dönüyordu. Bu işi haftada bir gün
yapıyordu, çünkü topladığı paralar ve mallar, o haftayı bolluk içerisinde
yaşamasına yetip de artıyordu bile.
Günün birinde Meryem teyzenin evinde beş
yaşında bir kız çocuğu peyda oldu. Öğrendik ki, Meryem teyze bu kıza para
karşılığında bakmaya başlamış. Kızın annesi bir pavyonda çalışan
konsomatrismiş. Konsomatris her hafta Cuma günleri sabaha karşı bir taksiyle
gelip kızı teslim alıyor, aynı günün akşamında getirip teslim ediyor, sonra
bir dahaki Cumaya kadar hiç uğramıyordu.
Bir gün üst kat merdivenlerinde otururken
gördüğüm kıza, "adın ne senin?" diye sordum
"Sabah," dedi bana
gülümseyerek.
Saba, sabah güneşiyle yıkanmış, pırıl pırıl
bir kızdı. Saba olan ismini Sabah diye benimsediği anlaşılıyordu, bu hoşuma
gittiği için ben de ona Sabah diye hitap etmeye başladım.
"Sabah! Sen okula gidiyor musun?" diye sordum.
"Ben küçüğüm," diye karşılık verdi.
"Kaç yaşındasın?" diye sordum.
"Beş," dedi,.
"Ama beş yaşındaki çocuklar anaokuluna
gidiyor. Sen de, anaokuluna gitsen ya," dedim.
Aklı karıştı
"Çı-ıh!" layarak itiraz etti. "Ben
okula gideceğim."
Onun kafasını daha fazla karıştırmamak için, "tamam!" dedim; "sen
okula gidersin mademki!"
O günden sonraki günlerde de, Sabah ile pek
çok defa karşılaştık. Bizim tahta merdivenlerde oturup, orada oynamak çok
sevdiği bir şeydi. Bazen ben de oturuyor, onun oyunlarını paylaşıyordum.
Daha sonraki günlerde onu merdivenlerin
başında oturup benim okuldan dönmemi bekliyorken bulmaya başladım. Okul
kıyafetlerimi soyunur soyunmaz yanına dönüyor, müsvedde defterime kendim
yazdığım masallardan okuyordum. Aramızdaki dostluk iyice pekişmişti.
Meryem teyzenin oğlu Mehmet, gidişinden tam
bir yıl sonra çıka geldi. Gittiği günkü haline göre adeta beş yaş birden
büyümüştü. Başında, hiç de moda olmamasına rağmen bir fötr şapka vardı ve üst
dudağı ile çenesinin ortasında bıyık ve sakalı andıran seyrek kıllar vardı.
Pek sık değillerdi ama arkadaşım tam bir erkek gibiydi işte! Sırtında
kayışını omzundan geçirip astığı bir akustik gitar taşıyordu ve elinde de
lacivert küçük bir valiz… Önce bir yabancı sandım onu, sonra hatırlayarak
sevinçle kucakladım.
"Hoş geldin Mehmet"ciğim!"
Kucaklaşma isteğime öylesine soğuk bir
karşılık verdi ki, bir anda, ilk karşılaştığımız zamanlardaki ezikliğe
itiliverdim.
O, kibirli,soğuk bir sesle, "hoş bulduk!" dedi. "Muhterem!"
diye ekledi. Ben, ne demek istediğini anlayamayarak şapşal şapşal suratına bakarken,
o devam etti: "Benim adım Mehmet değil, Muhterem artık!" Hala bir
şey anlayamamıştım. O, "bana hitap etmek istiyorsan, Muhterem abi
diyeceksin bundan sonra! Anladın mı?" diyerek evin içine girdi.
Meryem teyze çığlık çığlığa karşıladı onu: "Oğlum!...
Yavrum!..."
Bir anda Mehmet"e öylesine
yabancılaşıvermiştim ki, ondan sonraki günlerde karşılaşmamamız için elimden
gelen her şeyi yapmaya başlamıştım. Zorunlu olarak karşılaştığımızda ise, o
bana laf atmadıkça laf atmıyor, başımı çevirip görmezlikten geliyordum.
Ben, beni alıştırmış olduğu sigarayı avluda
gizli saklı içiyordum, ama o, artık alenen, herkesin önünde içiyordu
sigarasını.
O geldikten sonra, Saba, merdivenlere çok seyrek
çıkmaya başlamıştı. Evlerinin kapısı önünden geçerek merdivenleri çıkarken,
içerden gitar ritimleri eşliğinde Mehmet"in şarkı söylediği duyuluyordu.
Saba, kendisine gitar çalıp şarkılar söyleyen "Muhterem abisiyle"
benden daha çok arkadaşlık yapar olmuştu. Bunu pek fazla önemsemiyordum
aslında; kız için yazdığım masallar atıl kalmıştı, ona üzülüyordum.
Ortaokulu bitirmek üzereydim. Babam nereden
taktıysa kafasına takmış, bana, "senin öğretmen olmanı istiyorum,"
dedi. "Seni öğretmen okulu sınavlarına sokacağım. Derslerine ona göre
çalış, emi!"
Bu emri aldığımdan itibaren ders çalışmaktan
başka hiçbir şeyle ilgilenmez oldum. Yoğun bir şekilde sınavlara hazırlandım.
Babam öğretmen olmamı istemişti. Olacaktım. Hırslıydım.
Mayıs ayında babamla birlikte Ankara"ya
gittik. Atatürk Orman Çiftliği içindeki okulda girdiğim yazılı sınav ve mülakat
sonrası, sınavı üçüncülükle kazandığımı öğrendik. Sonra, okullar açılmadan önce
tekrar gelecek, okula kaydımı yaptıracak ve okulun yurduna yerleşerek okumayı
Ankara Erkek Öğretmen Okulu"nda sürdürecektim.
Sınav stresi üzerimden kalktıktan sonra, babamın
da arttırdığı harçlıklarımla gezip tozuyordum.
Küçük Saba"yı da özlemiyor değildim hani.
Eve döndüğüm bir gün onu gene merdivenlerde otururken buldum. Sandım ki, o da
beni özlemiş, dönmemi bekliyor. Fakat yanıldığımı az sonra anladım. O, Muhterem
abisini bekliyordu.
"Nasılsın Sabah?"
"İyiyim."
"Senin için yazdığım masallardan birini
getirip okuyayım mı sana? İster misin?"
"Çı-ıh! Ben sünnetçilik oynamak istiyorum.
Muhterem abim gelince, onunla sünnetçilik oynaycaz…"
Küçük kızın ne söylediğini birden kavrayamadım.
"Sünnetçilik mi?" diye sordum tekrar.
"Sünnetçilik."
İyice anlamaya çalışarak, "nasıl oynanıyor
sünnetçilik? Ben bilmiyorum," dedim.
Elleriyle ve mimikleriyle tarif ederek anlatmaya
başladı: "Muterem abim sünnetçi oluyor. Bööle… Ben külotumu indiriyorum.
Bööle… Pipimi, kesiyo, sünnet yapıyo, böle…"
Daha fazlasını dinlemeye tahammül edemedim. "Böyle
oyun mu olurmuş be!" diye öyle bir haykırmıştım ki, kızcağız o andaki
halimden korkuya kapılıp ağlamaya başlamıştı.
Öfkeden suratımı ateş basmış, suratımın
kıpkırmızı kesildiğini hissetmiştim.
Meryem teyze ve annem evlerinden fırlayıp
merdiven başında toplaştılar.
"Ne var? Ne oluyor oğlum?"
Sinirden anlatmakta güçlük çekiyordum
öğrendiklerimi.
Duyduklarından sonra Meryem teyzenin boş bir
çuval gibi yere yığıldığını gördüm. Beti benzi bembeyaz…
Mehmet, olanlardan habersiz eve döndüğünde, onu
bekleyen polisler tarafından göz altına alınıp bileklerine kelepçe takıldı ve
semtin karakoluna götürüldü. Karakol önündeki insanlar galeyana gelmiş, onu linç
etmek istemekteydi.
Karakolda, içerde, Küçük Saba" nın annesi
bir vahşi kedi gibi, çığlık çığlığa saldırmaktaydı ve polis memurları engel
olmasa oğlanı paralayacaktı.
Mehmet, yaptığı sapıklığın ortaya çıkmış olduğunu
anlamış, bir medet umarcasına, annesine bakınmaktaydı.
Küçük kızın annesi hıçkırıklarla ağlamakta,
saldırmakta…
Mehmet"in gözleri annesini aramakta…
"Annem? Annem nerede?"
Onu tutuklayarak getiren polis memuru, ona
nefretle baktı ve "Annen, Devlet Hastanesinin morguna kaldırıldı,"
dedi.