Safinaz
ablanın evine yerleştikten sonra büyük bir huzura da kavuşmuştum. Sanki kırk
yıldır bu evde yaşıyormuşçasına girip çıkmaya başlamıştım eve.
Birkaç
ay sonra, işlerimin düzeldiği bir döneme girdim. Ayrı bir ev tutup çıkmak
istediğimi söyledim. İnsan eti ağırdır, derler; sanıyordum ki, onun evinde
kalmayı sürdürürsem huzurunu bozmuş olurum. Ne var ki, onun huzurunu bozan bu
kararım oldu. Küçük bir kız gibi ağlayıp yalvarmaya başladı.
"Bu
yaşıma gelene kadar bir ailem olmadı benim. Ne anam babam, ne kardeşim, ne
çocuğum, ne de bir akrabam… Hayatımda ilk defa onların yerine koyduğum birini
soktum hayatıma. Seni… Beni terk etme! Yalvarırım sana…"
Göz
yaşları dolu dolu akıyordu ve elinin tersiyle şöyle bir sildikçe yanaklarına
sıvaşıyorlardı. Böylesine içten bir talebi geri çeviremezdim.
"Sana
yük oluyorum diye kaygılanıyordum, yoksa ben de isterim seninle yaşamayı; çünkü
sen de benim hayatımdaki en değerli insansın."
O
gün onun evinde yaşamayı sürdüreceğime ve bir daha ayrılmaktan söz etmeyeceğime
söz vererek konuyu kapattık.
Safinaz
abla gece yarılarına kadar imal ettiği şam tatlılarıyla ertesi gün yollara
koyuluyor, çoğu kez de hepsini satarak boş bir tepsiyle geri geliyordu. Onun
eve döndüğü saatten birkaç saat sonra da ben işime gidiyordum ve sabaha karşı
dönüyordum. Sadece o eve döndükten sonra, ben işe gidinceye kadar geçen bu bir
iki saatlik sürede bir arada olabiliyorduk. Bilebildiğim, ya da öğrenebildiğim
en lezzetli yemekleri yapıyordum onun için;
tabii ki, keçi etinden yahni, etli kuru fasulye, pilav, çoban salata ve
hatta karnıyarık… Birkaç kere balkonda mangal yakıp ızgara et hazırlamayı
denediysem de, Madam"ın evlerini satın alıp yerleşen yeni komşularımız
rahatsızlıklarını dile getirdikleri için mangal denemelerine son vermiştim ve
onun yerine mutfakta kullanılabilen elektrikli ızgarayı ikame etmiştim.
Hazırladığım yemek masasında karşılıklı oturuyor, yemekle beraber birer duble
de buzlu rakıyı içip sohbet ederek o iki saatimizi dolu dolu geçiriyorduk.
Sabaha
karşı dönüp de uyumaya yattıktan sonra, bazen uyku arasında uyanıp tuvalete
filan kalkarsam, onu şam tatlısı hazırlarken bulduğum olurdu. Bir ara "Şu
işi öğreneyim de, olmazsa bir tezgah kurup ben de satarım," diyerek şam
tatlısı imalatını öğrenmek istediğimi söyledim.
Kabul
etmedi. "Öğrenmek istiyorsan öğren de, satıcılığını yapmak için değil,
yemek için yaparsın. Yapılacak iş değil bu…"
"Sen
yapıyorsun işte…"
"Bana
bakma sen. Başka bir bok beceremediğimden yapıyorum işte… Sen maçanı biraz sık
da şu lise diplomanı al. Bakarsın bir şey için lazım olur."
"Olmaz…
Neye olacak? Üniversite diplomaları bir boka yaramıyor da…"
"Yarar,
yarar. Mesela liseyi bitirmeden askere gidersen er olarak yaparsın askerliği,
ama liseyi bitirip gidersen çavuş olarak…"
"Hadi
ya… Sen nerden biliyon bunu."
"Ben
bilirim. Benim bilmediğim bitek beş vakit namazdır. Gerçi onu da biliyorum da,
kılmıyorum."
Aynı
ev içinde geçirdiğimiz süreç ikimiz arasında tanımlayamadığım bir yakınlaşma
yarattı. Onu tanıdım tanıyalı bir cinselliği olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Ayağında sürekli bir kot pantolon, sırtında bir ceket ve tavırlarıyla, konuşma
diksiyonu ile bana bir erkeği anımsatıyordu. Yüz hatlarına yakından alıcı
gözüyle bakınca, pek çok kadından daha kadınımsı olduklarını fark ettim. O,
bunun anlaşılmaması için bakımsız, çirkin bir kadın maskesiyle dolaşıyordu.
Evin içinde,sırtında kısa kollu bir erkek fanilası, altında da bir erkek
pijamasıyla dolaşıyordu. Oysa suratındaki çirkin maskeyi atsa, sırtına da
kadınımsı bir kılık geçirse basbayağı bir kadın olacaktı. Sıska vücudunda fıkır
fıkır bir enerji hakimdi. Yerinde oturmazdı katiyen, illa bir şeylerle meşgul
olacak. Şam tatlısı malzemelerini ortaya yayıp da onlardan tatlıyı imal edişi
ve aynı malzemelerden artanları toparlayıp mutfağa taşıması en pratik olduğu
meşgalesiydi. İki laf edinceye kadar bir bakmışsın işini bitirmiş… On beş günde
bir eve temizlikçi kadın alarak bir uçtan öbür uca her yanı silip süpürttürüyor,
kirlilerini yıkattırıyor, ütületiyordu. Kendisi bu tür işlere katiyen elini
sürmüyordu. Bunun tam tersine de mutfağında her işi kendi zevkince kendisi
yapıyordu.
"Kulakları
çınlasın, Madamın bir elinde pamuk, bir elinde ayna, umurunda değildi dünya! Ne
zaman görsem, sürekli gül suyuyla yüzünü siliyordu. Süsüne bir düşkündü ki,
aynı yerleri defalarca sil babam sil, sıkılmıyordu da. Sonra da fondoternle,
pudrayla, allıkla, kaş kalemiyle, rimeliyle, rujuyla, adeta badana yapar gibi
bir güzel boyanıyordu. Makyajsız yetmiş bir yaşındaki kadın hemen elli yaşına
dönüveriyordu. Birde sana bak, erkek
misin, kadın mısın, belli değil! Kırk yaşındaki kadınlar genç kız gibiler, sen
de emekli memur gibi…"
Güldürdüm.
"İlahi çocuk! Emekli olamadım daha, dur hele… Hem sen o kadar makyaj
malzemesinin ismini nasıl saydın öyle?
Abov… Ben bile sayamam hepsini."
Bir
çocuk sesiyle, bir madamın sesiyle konuşarak hemen bir diyalog taklidine
başladım:
"Mu
nedir madam?
Gül
suyudur evladım…
Mu
nedir?
Fondoterndir
evladım…
Peki
mu ne?
Pudradır…
Pudra
şekeri mi, yani? Yenir mi?
Yok
evladım, bu o değildir… Bu süslenmek için olanidir…
Annem
bebekliğinde kardeşimin kıçına da sürmekte idi bundan. Kardeşimin kıçını
süslemek için midir?
Yok
evladım. O, kardeşinizin kıçında oluşan pişikleri tedavi içindir…
Sizin
yüzünüzde de pişik mi oluşuyor?
Pişik
kıçta oluşuyo, evladım…
Peki
mu kurşun kalem mi madam? Kurşun kaleme benziyor da…
Kadıncağızın
sabrı taşıyor bazen,
O,
babanızın hörekesidir evladım…"
Yine
güldürdüm. Bir de içten gülüşü vardı ki, hiçbir riya bulamazdınız içtenliğinde.
"Allah
canını almasın emi! Madamın kulaklarını da çınlattık."
"Gülmek
sana çok yakışıyor. Hele bir de kadınımsı kılıklar giyinsen, madam gibi sen de
makyaj yapsan, o gülücüklerle öyle bir
güzelleşirsin ki…"
Bu
defa da onun sabrını zorladım galiba; bana düstursuz bir küfür sallayıp, "kırk
yıllık Safinaz"ı şebeğe mi çevireceksin eşşoğlu!" diyerek azarladı.
Bozuldum
biraz, "iyi be, sen hep böyle çirkin kal! Kokana, nolcak!" diye tepki
gösterdim.
Aynalara
küskündü. Bir keresinde kadınımsı mimiklerle aynaya bakarken görmüştüm onu;
gördüğümü fark edince hemen tavır değiştirip, sanki traş olan bir erkeğe
bürünmüştü.
Hiçbir
cinsel uyarısı olmayan fiziksel temaslarımız da oluyordu. Televizyonun karşısında bazen o benim
kucağıma, bazen de ben onun kucağına koyuyorduk başımızı, öyle seyrediyorduk.
Televizyonu açık unutup, kim bilir kaç kez bu şekilde uyuya kalmıştık. Bir sevinçte, ya da kederde birbirimize
kolayca sarılıveriyorduk ve hatta birbirimizi öpücüklere bile boğabiliyorduk.
Özellikle benim en sevdiğim şeydi onun yanaklarını, boynunu öpe öpe duygularımı
paylaşmak.
Ta
ki, hastalanıncaya kadar…
Bir
gece orkestrayla sahnedeyken bayılmış, hastaneye kaldırılmıştım. Teşhis, sulu
zatürcempti. Eskişehir Devlet Hastanesinde Dahiliye Hekimi Necdet Özsel,
hastanesinin bu hastalığın tedavisinde yetersiz olduğunu, tedavimin İstanbul
Siyami Ersek Hastanesinde yapılmasının iyi olacağını söylediğinde Safinaz abla
tanıdığı bir muhtardan aldığı fakir ilmihali ile İstanbul"daki Siyami
Ersek hastanesine götürüp yatırmıştı beni. Kadıncağız hastanede yattığım sürece
İstanbul"u mekan tutmuştu. Kovulana dek yanı başımda duruyor, bana bir
bebekmişim gibi bakıyordu.
O
zamanlar bu hastalık göğüs boşluğuna dirhemlerle girilerek ve göğüs
boşluğundaki cerahat aspiratörlerle dışarı alınarak tedavi edilmekte ve
çoğunlukla ölümcül sonuçlar oluşmaktaydı. Aynı hastalıktan aynı koğuşta yatarak
tedavi gördüğümüz bir hastanın öldüğünü görmüştüm. Buna rağmen öleceğimi
aklımın ucundan bile geçirmiyordum.
İstanbul
Siyami Ersek Göğüs Hastalıkları Hastanesindeki altı kişilik koğuştan cesedi
çıkmayan bir tek bendim. Ne tuhaftır ki, çevremdeki diğer hastalar birer birer
ölüp giderken bir an olsun öleceğimi düşünmemiştim. Hastaneden elimi kolumu
sallayarak çıkıp gideceğime emindim. Bu öylesine güçlü bir düşünceydi ki,
gerçekleşmemesi imkansızdı; çünkü Tanrı ile aramdaki inanç birlikteliğimizdi
benim düşüncelerim. Ben hiçbir problemi kendi egomla halletmeye kalkışmazdım.
Egomun çok dışında bulunan bilinçaltıma havale ederdim her şeyi. Tanrı
bilinçaltıma çözümleri tarif eder, bilinçaltım da, bilincime gereken bilgiyi
verirdi.
Hastane
düzenine ayak uydurabilen birisi değildim. Hastalığın etkileri azaldığında
sigara ve uyuşturucu hap (ağrılarım için birisinden afyon sakızı satın
alıyordum) gibi şeyler kullanmaya başlamıştım. Safinaz ablayı yanımdan
yolladıklarından hemen sonra tuvaletlere sigara içmeye koşturuyordum ve sigara
içerken sık sık suçüstü yakalanıyordum.
Hastaneden
kendi isteğimle taburcu olduğumu belgeleyen kovuluşum anında, 1,85 m. Boyuma
karşın
Annemle
babam hastalığım süresince ziyaretime gelmediler. Çıktıktan sonra da hiç
ilgilenmediler. Ersin"in hasta olduğu dönemlerde ona gösterilen merhameti
bana da göstermelerini o kadar çok isterdim ki! Safinaz abla, "annen, o
bizim için öldü. O gözle bakıyoruz ona, dedi," diyerek annemin
düşüncelerini bana aktardığında, annem de, babam da, her ikisi de, hemen
oracıkta ölüvermişti benim için.
Nekahet
dönemimde bana sahip çıkan tek insan Safinaz abla olmuştu. Eskişehir"e
döndüğümde kendi yatağını benim için hazırlamıştı.
"Sen?
"Şimdilik,
salondaki çek-yatta yatarım."
"Yat
sen kendi yatağında ya…"
Karar
verilmişti, itirazın bir anlamı yoktu. Mecburen yattım.
"Yatağımda
yatırdığım ikinci erkeksin."
"İlki
kimdi?"
"Kütahya"daki
kocam olan ayıyı biliyorsun ya!"
Hatırladım.
"O zamandan beri hiçbir erkekle…"
"Hiçbir
erkekle beraber olmadım," diyerek sözümü o tamamladı.
"Benimle
de birlikte olmayacaksın ki! Sadece yatağını veriyorsun bana…"
Tiz
bir kahkahayla karşıladı beni. "Yok, kendimi de mi verecektim?"
Utandım.
"Aman be abla… Öyle bir şey kastetmedim vallahi!"
"Biliyorum
salak! Şaka yaptım."
Safinaz
abla ile aynı yatakta yatışlarımızı hatırladım. Nasıl da sıcacık sarmalardı
beni. Keşke gene aynını yapsa! "Çocukken seninle yatardık. Beni
bacaklarının arasında ve kollarında kuşlar gibi sarmalardın ve öpe koklaya
uyumamı sağlardın. Hayatımın en büyük mutluluğuydu onlar…"
"Şimdi
de yatardım ama, eşek gibisin artık, çocuk değilsin ki…"
"Öyle
mi?"
"Çabucak
iyileşeceksen, yatarım ama…İstersen? "
Gözlerinden
gene bir muziplik peşinde olduğu anlaşılıyordu. Gözlerinde ki güzelliği fark
ederek, onun çok güzel bir kadın olduğunu düşündüm. Gözlerimi karartarak, "isterim!"
diye haykırdım.
"Fakat
uslu duracağına söz vermelisin!"
"Yaramazlık
yapacak takatim mi var be abla?"
Güldü.
"Öyle, ama bu erkek milletine güvenemiyorum işte. Ölüleri de dirileri de
kuduruk" Kalktı. "Gidip banyomu yapayım da geleyim. Sonra yatarız."
"Biraz
iyileşince, bir banyo da ben yapmalıyım."
"Hele
bir iyileş de," diyerek banyoya
gitti.
Yanıma
döndüğünde, yemin ediyorum ki, tanıyamadım.
Omuzlarından dökülen lüleli saçlar, maviş gözlerini irileştirmiş bir göz
makyajı, ruj ve en önemlisi sırtında ona çok yakışmış mavi, çiçekli, bir
elbise. İlk anda onun olmayabileceğini bile düşündüm.
"Safinaz
abla, gerçekten bu sen misin?"
diyebildim.
O
hemen horozlandı gene. "Dalga geçme adamla!"
"Ne
olmuşsun sen be abla… Harika!"
"Beğendin
mi?"
"Çok!"
"Senin
için…" Sözünü toparlamaya çalıştı. "Yani, sen söyledin diye, hani
madam gibi makyaj yapsan, falan diye…"
"İşte
bu! Dünyanın en güzel kadını çıkmış ortaya!"
"Yalancı
şey…"
"Valla
billa doğru söylüyorum. Sen dünyanın en güzel kadınısın."
Birden
efkar kapladı yüzünü, " deme bana öyle," diye çıkıştı.
"Neden
ama? Doğru söylüyorum ki!"
"Kütahya"daki
ayı a öyle derdi. Onu hatırlatıyor..."
Verecek
bir cevabım olmadı. Sustum.
Yatağa
çıkıp yanıma ilişti.
"Kay
öteye!"
Biraz
çekilerek yatağın yarısını boşalttım. Yanı başıma uzanarak yorganı üstümüze
çekti. Bacaklarını ve kollarını bedenime dolayarak yanağıma bir öpücük
kondurdu.
"Ölmeden
çıktın, geldin ya, beni dünyanın en mutlu insanı yaptın, biliyor musun?"
"Bana
o zor günlerimde sahip çıktın, hiç yalnız bırakmadın ya, asıl beni sen dünyanın
en mutlu insanı yaptın."
"Çabucak
iyileş! Senden tek istediğim bu… Bunun için benden istediğin her şeyi
yapabilirim."
"Beni
böyle kollarının arasında tut hep, hissedeyim seni."