Fiko
ve diğerleri aşağıdaki ölü eşkıyanın ve Alican’ın başında toplanmışlardı, adamı
yanına geldiğinde adamın önüne dikilip, yerdeki ölü bedenleri işaret ederek,
öfkeyle bağırmaya başladı:
“Ne bu hal ulan! Ulan,
n’aptınız öyle, şerefsizler! Neden zapt edemediniz iki piçi? Öteki piçi neden
bıraktınız! Neden gebertmediniz! Beceriksiz pezevenkler!”
Eşkıya,
korkulu, “sen bırakıp gelin diye işaret
ettin ya!” diye söylendi.
Fiko,
hırsının önünü alamayarak adama bir yumruk savurdu.
“Ulan ben, çabuk olun, diye
işaret ettim, dangalak!”
Eşkıya,
yediği yumruktan sakınarak, “Hemen çıkıp
getiririm onu da Fiko ağam!” dedi.
Fiko,
sakinleşmeye çalışarak, “Olur! Attığın
silahı köyde duymayan kulak mı kalmıştır sanırsın? Hadi toparlanın, gidiyoruz
buradan! Gidiyoruz... Hadi,
sallanmayın!” diye bağırarak yürümeye başladı.
Gruptakiler,
Fiko’nun peşi sıra kalenin dışına çıkarak köyün aksi istikametinde uzaklaşmaya
başladılar.
*
Gülbahar,
kendini toparlayarak ayağa kalktı. Kaçmak, uzaklaşmak için harabelerin
etrafından dolanarak arkalardaki uçurumlara gitmeye başladı; oradan köye
ulaşacak, köydekilere her şeyi anlatacaktı. Kayalıkların arkasındaki dar keçi
yolunda ve ulaştığı boş yamaçta düşe kalka koşarak vadi dibine ulaştı.
Babasıyla Hüsrev’in öldürüldüğü yerden çok değil, yüz metre kadar beriden dere
yatağını aştıktan sonra, bu defa da karşı yamaçtan yukarı doğru köylülerin
küçük bahçelerini birbirinden ayıran çitlerin ve alçak taş duvarların üzerinden
atlayarak, köye doğru koşmaya başladı. Üzeri türlü engellerle ve çukurluklarla
kaplı arazide koşmak, yorucu olmaktaydı ve yorulduğu için de sık sık
tökezlemekteydi. Korku, adrenalin ve kati bir kararlılıkla düşe kalka
ilerlemekteydi ve ne yapacağına bir türlü karar verememekteydi. “Muhtara
gitmeliyim... Ama o elli tane soru sorar şimdi. O zamana kadar adamlar çekip
gider. Annem de hemen ağlamaya ve suçlamalara başlayarak, yaygarayı
kopartacaktır. Yardım edemez. Babam oluverseydi... O, şimdi Bulanık’ta. Sadık
amcama varmalıyım. O elbette bir şeyler yapabilir, yapacak başka bir şey de
yok...” Köye ulaştıktan sonra haykırmaya başladı:
“Alican’ı vurdular! İmdaaat!
Kardeşimi vurdular! Eşkiyalar Alican’ı öldürdüler!”
Dokuz,
on haneden ibaret mezrada ki ev aralıklarında in-cin top oynamaktaydı… Derken,
havlamaya başlayan köpeklerin sesi, ortaya çıkan insanlar ve insan sesleri,
insan çığlıkları, elleri silahlı, korucular ve korkulu, güçsüz erkekler,
kadınlar, çocuklar doluşuverdi ortalıklara… Uzaktan, kimin söylediği belli
olmayan şiveli sözler duyulmaktaydı:
“Baskın mı varmış?”
“Herkes silahlarını alıp
çıksın ortaya!”
“Ali’nin evine baskın
vermişler! Oğlunu vurmuşlar!”
Gülbahar,
köy meydanına yakın bir evi doğrultmuştu.
“Amcaaa! Eşkiyalar kardeşim
Alican’ı vurdu amcaaa!”
Koştuğu
istikamette karşısına koşarak annesi Hacer Elmas çıktı; o da kızına doğru
haykırmaktaydı:
“Gülbahaaar!
Gülbaaahaaarrrr...”
Gülbahar
ulaşmak istediği kapıya henüz varmak üzereydi ki, birden bire annesiyle yüz
yüze geldi.
“Ne oldu? Ne oldu? Söylesene
kızım!”
“Eşkıyalar, Alican’ı
vurdular!”
Hacer
Elmas’ın çığlığı boğazında düğümlendi ve hiç ses çıkaramadı. Bir an için nefes
bile alamadı. Gülbahar, onunla vakit kaybetmek yerine o da bir korucu olan
amcasının kapısına doğru koşmaya başladı, kapıya ulaşması sanki asırlar
sürmüştü.
“Amca! Amca!”
Oysa
amcası Sadık çoktan silahlanmıştı. Kapı önüne çıkıp yeğenini görünce bekledi. “Gülbahar! Ne oldu?” diye seslendi.
“Amca, eşkiyalar kardeşimi
öldürdüler!”
Adama yaklaştığı an tökezlenip yere düştü.
Amcası
hemen yanına koşup başına dikildi.
“Nerede? Çabuk söyle
Gülbahar, nerede?”
Gülbahar
çabucak toparlanıp ayağa kalkarken, “Harabelerde,”
dedi.
Sadık,
şaşkınlık halinde, “Harabeler mi? Ne
harabeleri?” diye söyleniyordu.
Gülbahar,
“Kalede,” diye tekrarladı. Yüzünde
topak topak biriken kanlı kirleri temizlerken, kesilen nefesini de toparlamaya
çalışmaktaydı. Az toparlandıktan sonra derin bir nefes alıp sözcükleri art arda
sıralamaya başladı.
“Onu vurdular, amca!
Alican'ı vurdular! Birini düşürdüm... Ötekiler... Çok... Kaçtım... Kaledeki
harabeler. Neredeyse beni de yakalayacaklardı. Alican'a yardım etmeye çalıştım
ama elimden bir şey gelmedi. Onları engelleyemedim. Birisini kayalardan
düşürdüm... Öldü...”
Sadık’ın
gözleri bulutlandı ve gümbür gümbür bir sesle konuşmaya başladı. “Allah aşkına! Harabelerde ne işiniz vardı?
Allah seni kahretsin! Elinin tersiyle kıza vurdu. “Ananın babanın başına bela olmaktan vazgeçmedin be!”
Gülbahar,
amcasının şamarının etkisiyle toz toprağın içine yuvarlandı. Göz pınarlarında
yaşlar birikiyordu. Kendini toparlayıp elini yanağına götürdü, acıdan
ağlamamaya karar vererek, düştüğü yerden; “Özür
dilerim, amca. Yanlış yaptığımızı biliyorum… Kardeşimin katillerini
yakalamalısınız!”
Sadık,
ya sabır çektikten sonra silahını eline alıp köy yolunda koşmaya başladı.
Önlerini kestiği kendisi gibi korucu olan beş altı köylüyle konuştu. Sadık'ın
boğa gibi kalın bir ensesi, sert hava koşulları ve hayat gailesiyle boğuşmaktan
al al olmuş bir suratı vardı. Öfkesi burnunda bir adamdı. Kıtlık, bedenini ve
ruhunu epey yıpratmış, derisini buruş buruş etmiş ve gözlerine harap,
hastalıklı bir bakışın yerleşmesine neden olmuştu. Yolunu kestiği silahlı
köylüler köy dışına doğru koşturmayı sürdürürken muhtarlığın önüne varıp, içeri
girdi. Muhtarlıkta, baş korucu olan adamla muhtar telefonun başında bir şeyler
tartışmakta iken yanlarına vardı. Dili dolanarak derdini anlatmaya koyuldu.
“Komutan... Baş efendi,
komutan, teröristler yeğenimi vurmuşlar...”
Baş
korurcu, Sadık’ın lafını ağzına tıkadı.
“Duyduk, Sadık! Telefon
ettik askeriyeye şimdi. Gelecekler...”
Sadık,
ona öfkelenerek, “Onlar gelinceye kadar,
kayıplara karışır onlar! Yeğenimin kanı ne olacak? Daha on bir yaşında bir
çocuktu o be!” diye bağırdı.
Baş
korucu, “Bir şey yapabileceğimizi mi
düşünüyorsun? Komutanla konuştum şimdi. Köyde kalın, köyü müdafaa etmekten
başka bir işe kalkışmayın diye emir verdi,” dedikten sonra yanındaki
muhtara tasdik ettirmek için, “İşte
muhtarın yanında konuştuk. Öyle değil mi muhtar?” diye sordu.
Muhtar
onu, “Öyle...” diyerek onayladı.
Sadık,
onları, “Baş efendi, n'olursun! En
azından, kaledeymişler, oradan uzaklaşmadan...” diye ikna etmek istediyse
de adamların ikna olmaya niyetleri yoktu.
Baş
korucu, otoriter tavırlarla, “Herkes köy
civarında mevzilendi. Sen de vazifeni yap Sadık! Bu silah, köyü savunmak için
verildi sana... eşkıyayı askeriyeye bırak, onlar yakalarsa yakalar,” dedi.
Sadık
ile baş korucu birlikte ayrılıp uzaklaştılar oradan.
Muhtar,
muhtarlığının önünde ki arabasının başına gitti, açık olan kapılarını kapatıp,
kilitledi.
Gülbahar
onun yanına sokuldu.
“Muhtar amca, bana yardım
et, ne olur...”
Muhtar,
şaşırarak baktı, “Ne yapabilirim ki?”
“Eşkıya kaçmadan yakalamalıyız. Evet. Bu
iyiliği yaparsan bana, ömür boyu hizmetinde ücretsiz olarak çalışırım senin...”
Muhtar,
kıza acıyla gülümseyerek yola doğru tükürdü, muhtarlığa döndü yeniden. “Git başımdan...”
Gülbahar, “Hiç
insaf yok mu, kimsede? Senin kardeşin Hüsrev dayıya bi’şi olaydı, böyle
hareketsiz kalır mıydın? Kovalamaz mıydın eşkıyayı… Hiç kimse bir şey
yapmayacak mı? Hepiniz ödleksiniz!” diye haykırarak oradan kızgınlıkla
uzaklaştı.
*