Duygu iklimlerinin ucu
yanık ve o serkeş mağlubiyet yüklü intizarına aykırılıklar yükleyen nizamı
yitik, ucube sentezleri yüklenmiş bir devinimin yolsuzluğuna nazire eden tınısı
kadar kulağı tırmalayan yine de anlık bir dokunuşun esaretinde, yalıtılmışlığın
hezeyanı ile tuş olmuş o ringin talihsiz soy kırımı. Esef yüklü anlık bir
serzenişe mahal vermemek adına, olabildiğince uzaktan seyrine vakıf olmak hele
ki yoksun kimliğim iken, beyhude bir var oluşun o sancılı mağlubiyeti…
Kıyama durduğum sakıncalı
bir zaman dilimine tekabül eden…
Peyder pey tüketilmek
kadar hicrana dokunan varlığımın katsayısı: Kâh imgelenmiş bir çarpıklık kâh
edimi kırık bir tanımlamadan öteye geçmeyen…
Yüksündükçe yükümlü
kılındığım belki de çatık kaşlarımın bile amansız telaşına yenik düşen zaman
iken, tüm kem gözleri görmezden gelip, geri geri adımlamaktan alabildiğine
muzdarip olduğum.
Revnak bir gölgenin hitabet adına istiflediği
sakıncalı o suç dilimi; bilinmezlik mertebesinde gölge olmaktan öteye gitmez
iken, hanidir tek bir kıvılcımın koca bir yangına mahal verdiği… Kim bilir
belki de, anlama zorluğu çekmekten mütevellit bir serzeniş iken çığlık atmakta
onca imge. Anlık bir izdüşümü kadar hitap yetisini kaybetmekten ziyade
sarıldığım cümle denklemleri ve serpiştirdikçe kelimeleri bir yandan
sakıncalarına göz yumduğum duygu sağanakları.
Gözle görmek nereye
kadar hitap eder hele ki o serzeniş nasıl da akla zarar.
Gönle yüklediğim
sorumluluğun arzında, tıkış tıkış gölgelerin suretsiz sancılarında idame
ettirmek adına döngüyü, karıştığım insan izlekleri her ne kadar fazlasıyla
muhatap olmasam da sağır yankıların nezdinde, tabi olduğum toplum düzenine tek
bir dokunuş ile sığındığım ve akabinde devindiğim ne kadar fiiliyat varsa,
kural tanımaz bir ahalinin aykırılığına söz geçiremediğim.
Tanımsız tamlamalar
kadar yoldan çıkmış hanidir gönül gözünün retinasında vuku bulmuş üç beş flu
görüntü: Bir ucunda dilimlendiğim bir ucunda susmak adına cebelleştiğim o iç
sesimin yansıdığı kelime suretleri. Adımsız bir mecra belli ki yüklü o rüştünü
henüz ispatlamamış tezahüründe can bulmaksa nihai tecellisi.
Zamana ırak bir
mutluluğun hacizli gözyaşlarına tutulduğum kısık bir gülümseme, görmekten
ziyade kulağıma ilişen bir sesin mizacındaki o tekdüzelik kadar rahvan bir
tanımlamaya kurban edilen çocuk kahkahaları. Ne de olsa ergen düşlerin bir
uzantısı o sakıncalı edimler, her bir köşede çaldığım enstantaneye denk düşen
kalıtımsal bir var oluş kadar akla zarar ne çok öngörü.
Milat bildiğim kaçıncı
evrim ise sükûnete sığındığım, alt üst olduğum bir rayiç belki de eşleştiğim:
Ucu bucağı yok ki yanılgılarımın. Bu da yetmezmiş gibi külfet bildiğim bir
zaman aralığı; doğmakla ölüm arası.
An’ı yitik hangi menkıbe ise aslolan,
karıştığım o sancılı iklimlerde yığmaktayım bir bir küredikçe aşkı ve umudu.
Adsız kıtaların dokunaklı varlıkları aslında kuytularda biten sevgi başakları.
Bir yakadan diğer yakaya ulaşmak olsa da marifet, rest çektiğim asılsız
öngörülere takılı kalan ne çok hicret akşamı: Münafık bir var oluşun yalıtılmış
uzaklığına teğet geçen kırık cümleler, hanidir kırılganlığımın uzantısında ben
seğirttikçe kimi zaman bıkkın bir tını iken soluklandığım kimi zaman münzevi
bir korkuluk iken dibinde konuşlandığım. Belli ki hayatın korkutucu
gerçeklerini görmezden gelen kayıp bir çocuğum her ne kadar büyümeyi marifet
sananlarca kokutulmuş olsam da…
Dipsiz sancılar belki
de tahayyül ettiklerime sıkı sıkıya sarılmamdaki tek etken ve bir o kadar
uzaktan seyrettiğim gürültülü sessizlik. Hanidir bir telaş esir almış olsa da
sefil benliğimi, imtina ettiğim ne varsa bir bir teyit ediyorum, anlamsız
haykırışlar iken tecellisi şu garip döngünün: Adını koyamadığım yine de
vasıflarımı niteliksiz bir ayrıntı gibi teğet geçen hükümranlığı o bilinmezin
ki ikametgâhı yalnızlık denen durakta, neyi beklediğimi bilmekten aciz ve bir o
kadar korkak addedilen münafık bekçisi kaderin: Kâh sona ermiş bir masal kâh
başı kayıp bir roman ve her nasılsa şekillendirdiğim hayat vagonlarındaki
mecburi yolculuğum, bileti çoktan kesilmiş…
Hayat kırsalında vuku
bulan bu edimsi yolculuğun hangi sureti doğru ki de kıyama durduğum bir izlekte
son bulsun hikâyem…
Hangi gölgenin
müridiyim de ümmeti bu denli yoksun kılmakta sevgi denen dokunuşun…
Hangi gecenin sabahıyım
da gün evrildikçe yok oluyorum güneşin attığı çalımı yok sayarken ivmesi yitik
gece.
Ne çok lehçe ve ne çok
tüketilmişlik, eremediğim coğrafyanın hangi boyunduruğunda soluklanmakta da bir
kez rast gelmedim mutluluk denen reçeteye: Hep bir telaş hüküm sürmekte tüm
anlamsızlığı bertaraf eden sakıncalı ne çok çalınmış hayat belli ki beyhude bir
varlığın hicap yüklü yankısıdır şu satırlar, hele ki aklım çoktan yitip
gitmişken ve tek bir dokunuşla gözden kaybolmayı göze almış sefil bir imge
kadar kayıt dışıysam şu hayat denen sarkaçta…