Sırdaş bellediğim günlük seyrine hayatın rest çekip duraksadığım o münafık anda takılı tek bir edim benimki: sadece hissettiğim ve yoğrulduğum ki mizacım her daim yenik ve savruk esrikli öfkeleri mabet bilip de yanılsadığım zaman telakkisi.

 

Günden ya da dünden kısaca bir ömürden bahsetmeye başlasak sular seller gibi ezberimde ne varsa ani bir yok oluşa namzet: Kâh ölümün çalakalem fısıltısı kâh devingen mizacını yalıttığım öngörüsü ile tek bir izlekte tıkılı kaldığım beşeri ihtirasları bir şekilde beyanat verip sığdırdığımız hayat denen düzeneği.

 

Kıvılcımlardan muzdaribim: Kâh yalıtıldığım kâh bir yangına döndüğüm.

 

Issız ve sıra dışı bir kıdeme yükleyip de tevafukun rahmetinde yolumun kesiştiği kim ise belki edilgen belki buyurgan belki de boyutsuz göreceliğinde kayıp giden ne çok yıldız üstüm başım pejmürde ve bir köşede mevsimsiz bir hazana denk gelmişken.

 

Hazneme sığdırdığım ve kendimi sığıntı hissettiğim her bir insan öbeği.

 

İzafi coşkuların gölgesinde mihrabımı el yordamıyla bir düzlemde yerleştirip bir türlü dâhil olamadığım ve ısrarcı kaderin izleğe yığdığı kederli ne çok tümce farkında dahi olmazken yitip gidenlerin arkasından okuduğum rahmet yüklü ve tüm sakıncalarını bertaraf edip anlamsızlık iken peyda olan…

 

Geride kalan ama geride kalmaktan haz etmediğim…

 

Ne çok sakıncası biriktirdiğim beşeri boyutlarda suiistimal edilen sevgi zerrecikleri.

 

Dokunmaktan imtina etsem de varlığıma katkı yaptığım ne çok beyanat sevdiklerime dair ve her kim ise haz etmediğini bilip uzağında durduğum.

 

Sevmekten korkar mı oldukta bunca sakıncayı bertaraf edememenin verdiği hüsranı bileyip de eksiliyoruz günbegün. Oysaki sevgi eşsiz bir sunumu rahmet yüklü kâinatın kısaca olmazın oluru ve tevafuk yüklü bizlerin kesiştiği o dönemeçler. Ne çok gidip gelme ve ne çok yalnızlık… Her birimiz mademki bu kadar yalnızın bir arada olmamanın verdiği o hezeyan yüklü mizaçlarımız mı yoksa bizi ayrı kılan ya da birbirimize vermekten kaçındığımız Allah’ın selamı mı?

 

Gömülü ve sondan başa adımlarken ömrü her nasılsa sona yaklaşıp başlamaktan haz etmediğimiz insan ilişkileri belki de devamını getiremediğimiz aslında meziyetlerimizi bertaraf edip çekince yüklü hayatlarımıza eklediğimiz yeni yükler ve ne çok serzeniş gidenin ardından yine de dilimiz hep suskun iç sesimiz ayyuka çıkmışken.

 

Revnak dokunuşunda buldum teselliyi ve soyutlandığıma kani olduğum bir güncenin kıyısında asılı kaldım. Asılsız ve öngörüsü yılgı dolu, ölümlere nazire eden beyanatlarına vakıf olup düş simsarlarının yitip gitmelerde tecelli eden hazan kadar esrikli bir mizacı yâd edip çöreklendim hayatın ansız ve boyutsuz o kırık izleğinde.

 

Günlerden ayrılık, dünlerden pişmanlık ve yarınlara taktığım düş çiçeklerinden ördüm saçlarımı ve tel tel saydım her birini. Bir kelebek kadar ömrü kayıtsız kılıp, bir döngü gibi içime çekip ve son gibi başa meylettim aniden.

 

Düş baz yorgunluklarım kadar acı veren, oyunbaz çocuklar kadar terli ellerimi kavuşturdum göğün bir adım gerisinde.

 

Münafık isyanları yok sayıp ve evreni hatmedip soluklandım aniden ki sonlandırdığıma kani olduğum bir günceye rest çektim ne de olsa tüm beyanatlarımı peşkeş çekmiştim ansız istimlâklere rağbet eden kıyımlara rast gelip.

 

Mütevellit olan mı mükellef kılındığım mı?

 

Bir soru mu cevabı olmayan yoksa sayısız şık mı hiçbir soru ile eşleşmeyen?

 

Anlık bir hicap mı, yitik meali mi yoksa düşlerimin?

 

Düşüp kayan benlikler mi yüz görümü sevdalar mı miladı insan ırkının?

 

İz bildiğim o peyzaja sığdırdığım çocuk suretleri: kâh gülen kâh ağlak yüzleri ile kadere meydan okuyan belki de anne babalarının dahi bihaber olduğu çocukça özlemler her an’ı neşe kaynayan ve her nasılsa için için kaynayan gölgelere sunduğumuz içli tezahürü o düş yılgını biz insan ırkının.

 

Devindiğim iklimlerin hangi notası acaba çalan şu makamsız şarkıya denk düşmüş? Biteviye örselenen ruhumun mızıkçılık yaptığı o düş bahçelerine ellerimle serptiğim umut ve mutluluk tohumları yine de ömür ermeden nihayete hiçbir sorumluluğu kabul etmediğim üç beş izleğe sığdırdığım hatıratıma saygıda kusur etmeyip anlık bir yanılgıyla elediğim tüm doğru şıklar.

 

Günlerdir yağan yağmura nazire edercesine kırıklarını aldırdığım gökyüzünün asılı kıyılarındaki yalnızlığıma kısacık bir şerh düştüm:’’Kayboldum ve ezelden beri hükümsüzüm.’’ Sancılı bir var oluşun hikâyesi aslında gün bitiminde ölgün günün dibine düştüğüm şerh: Kâh mutlandıran bir beyanatta saklı tuttuğum umutlarım kâh münafık bir reçeteye dâhil edilen asılsız söylencelere duyduğum o yeknesak öfke kadar akla ve benliğime zarar.

 

İz bildiğim değerlere yüklenip bir yandan anlamsızlığı yüklenip yokluğun hezeyanında varlıksız tezahürlerine yenik düşmenin de ötesinde asılsız öngörülerin o sakıncalı muhalefetini, somurtuk bir mizaç ile gölgelenen yalnızlığımı devrana peşkeş çekiyorum: Eksilen zaman, artan hezeyan ve sancılı birlikteliklerin telaşında suskunluğa bürünüp kopan kızılca kıyamete sitem edercesine sakındığım her bir kelimeyi bir gün sonrasına saklıyorum olur da tecelli ederim arsız bir cümlede.

 

Mevsim iklimsiz bir seyir izlemekte: Kâh güneşe tav olmuş kâh rahmetine yakalanıp yağmurun da ıslığına verdiğim o serzenişi her ne kadar duymazdan gelse de bulutlar. Kaygan zeminler belli ki kaderin bir uzantısı ve belli ki üzerime çöken hüzün bu denli savruk ve kayıtsız kılmakta isyanlarımı yoksa her köşe başında soluklanıp girizgahında her bir duygununu bunca huysuzluk yapar mıydım…

 

Hava kurşun gibi sanki bir parçam kayıp.

 

Varlığım töhmet altında sanırsın ki hepten yoksunum.

 

İkbal bildiğim umut taneciklerine yığdığım ne varsa yığılıp kalıyorum bir cümlenin bitiminde ve koşullandığım ne varsa şart koşulan her imgeyi görmezden geliyorum tıpkı evrenin beni yoklamaya dâhil etmemesi gibi: Bir varım bir yoğum bazen asılsız ve münferit sakıncalarını da ihlal edip savurduğum sessiz naralara karışan nidalara eşlik ediyorum.

 

Şairin dediği gibi:’’Kim kurtaracak beni var olmaktan? Ne ölümdür istediğim ne de hayat… bu gerçek ve imkansız evrenin olanca ağırlığıdır o…’’

 

Yaradan’ın sınırsız rahmetine düşmüşken yolum, beşeri ve sınırlı pekiştireçlerini görmezden geldiğim evrenin tüm kayıtsızlığımla sakıncalarına maruz kalıyorum ikilem yüklü serzenişlerini yok saysam da ve devindiğim satırlara astığım her bir kareyi sığdırıyorum günlük telaşlarıma…

 

Mademki insanlar yaşamak için evler yapıyor ben de hissetmek için yazıyorum ve kanıksıyorum her bir cümleyi doğurgan tabiatın kucağında yatıp kaldığım bir hoşluğa denk gelip kendimi üretirken her bir izlekte: Bir varım bir yoğum oysa.

 

Bilinçsiz bilincime sığdırdığım hezeyanlara yüklediğim sakıncaları da göz ardı edip bilincimdeki kılçıkları ayıklıyorum belki de metazori bir öfkenin sağalttığı bir fırtınadır içinde kaybolduğum ve her nasılsa bilincimde kalan kalıntıları da istimlâk ediyorum çizmediğim her resimde yok olmaya mahkûm olduğuma dair geliştirdiğim inancın tesellisi iken yüreğime yığdığım.

 

Beni besleyen yalnızlık mı yoksa yalnızlığımı besleyen eksik ve kayıtsız o kayıp yarım kadar mı uzağımda benlik katsayımı yücelten bir rakıma rast gelip de görmezden gelindiğime iyiden iyiye inandığım…

 

Biriken asılsız ve hükümlü duygular gerçek manada varlığımın tek delili her ne kadar somut kıldıklarım beni benden uzaklaştırsa da. Sustukça biriken ve biriktikçe çözülen bu da yetmezmiş gibi her yokluğunda ansız ve tertipsiz öngörülerin sular dahi ürperiyor belli ki damarlarımdaki kanın pervasızlığı eş güdümlü bir gölgeyi bertaraf edercesine günü ve umudu saklıyor. Saklı aşklar ve sahte âşıkları yeryüzünün nasıl da ihlal etmekte mutluluğun nüansını. Her birimizin içerisinde büyüyen umut ormanları ve göl ülkeleri belli ki sahipsizliğimizin tek kanıtı.

 

Anlaşılamama kaygım isyan ettikçe dokunduğum gölgeleri de kaybediyorum ve kayboldukça nifak ormanlarında ihlal ettiğim mutluluk katsayım kadar yoksun kılındığım her bir saniyeyi yaşanmamış sayıyorum ve koca bir ömre tekabül etmekte milyonlarca saniye her nasılsa. Depreşen yoksunluğumun izbesinde boyutsuzluğa geçip görünmez kılındığım her bir izleği ben de yok sayıyorum sanırım her birimizin birbirimizden uzak durduğumuz adacıklarda iştigal ettiklerimiz kadar da uzağındayız iç dünyalarımızın.

 

 

 

 

( Ne Ölümdür İstediğim Ne De Hayat... başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 14.01.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu